GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
4 Ekim 2013 Cuma

Türkiye devasa bir kasaba gibi…

Mezhep siyaseti, cemaatleşen toplum derken, sığ bir kasaba kültürü ülkeyi kuşatmaya başladı.
Kasabaların kendi içine kapanarak yaşadığı bilinir. Tıpkı cemaat yaşamında olduğu gibi, sosyal ilişkiler içe katederek kendini yeniden üretir. Aynılaşmış insanların tekdüze yaşamı yabancıyı dışlar. Farklı inançlar, kültürler, diller neredeyse yok hükmündedir. Kasaba ne şehirdir, ne köy, arada kalmıştır.
 
Türkiye son on yıl içinde geldiği yer itibarıyla, işte böyle bir kasaba görünümünde. Her grup giderek daha çok kendi içine kapanıyor; Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Aleviler, Sünniler, Nurcular ve benzeri din ve etnisite grupları, grup haklarına sarılırken farkında olmadan kimlik siyasetinin parçası oluyorlar. Ve bu içe kapanış, pek tanımadıkları farklı etnisiteden veya inançtan insanlarla aralarına duvarlar örüyor. Toleransın yerini önyargı alıyor.
 
Herkesin sadece kendi ölüsüne ağladığı bir ülkede, “barış içinde bir arada yaşamak” fikri nasıl hayat bulsun!
Toplumsal zekânın yerlerde süründüğü tektipleşmiş toplumlarda, millici ve dinci ideolojiler faşizme teşnedir.
Öyle teşnedirler ki, kasaba taassubu ülkeyi kuşatırken; Türklerin, Kürtlerin, Sünnilerin faşist damarları kabarmaya başladı bile.
Ülkede hayatın normalleşmesi, bu aşamadan sonra hiç kolay olmayacak.
 
Bununla beraber, her şeyin çok kötü gittiğini söylerken, iyi şeyler de olduğunu görmek gerekir.
Taksim direnişiyle başlayan ve ülkeye yayılan eylemler, ülkede güzel şeylerin de olabileceğini gösterdi.
O eylemlerde, birbirinin kimliğini sorgulamayan, yaşam tarzlarına müdahaleyi reddeden, demokratik katılım, eşitlik, özgürlük isteyen kuşaklar vardı.
Bu halk hareketi, bizleri farklı kılan her şeyimizle, bizi yeniden bir araya getirecek gizli enerjiyi açığa çıkardı.
 
Siyasal islamın topluma giydirdiği üniformanın, gökkuşağını griye boyar gibi toplumun bütün renklerini yok ettiği zor zamanlardayız.
Devasa bir kasabaya dönüşen ülkede tektipleşen toplum, yaşamını dar alanlara sığdırmaya çalışıyor.
Böylesine zor zamanlardan geçerken, gençliğin öncülüğünde başlayan başkaldırı, toplumun solan renklerini yeniden canlandırdı.
 
Hayatımızı kuşatan kasaba kültürünün dinci ve milliyetçi kimliğine karşı, toplumun en dinamik ve eğitimli kesimlerinde, metropollerden başlayan başkaldırı, beklenmedik biçimde halkın umut kaynağı oldu.
Bütün mesele, bu umuttan bir kurtuluş destanı yaratmaktır.
Ve bu destanı halk yazacak; İslamcılara, Kürt milliyetçilerine, Türk milliyetçilerine rağmen.
20. yüzyılın ulusçuluğa dayalı ideolojisi bu yüzyılda çok sorgulanacak.