GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
5 Eylül 2013 Perşembe

Ucuzluk paçalarından akınca…

Seksenli yıllarda bir baba dostuyla sohbet ediyorduk. Dış ticaret alanında ciddi birikimleri olan son derece donanımlı bir insandı.
O aralar, sırtında parlak kumaştan yapılmış marka elbise, kolunda illaki Rolex marka saat, dış ticarette kısa sürede harikalar yaratan (!) bir jenerasyon türemişti. “En”lerde yaşamanın görgüsüzlüğü almış başını gitmişti.
Bu insanlar, İran-Irak savaşının yarattığı boşluktan yararlanarak ihracattan iyi paralar kazanıyorlardı. Fakat o ülkelerden şöyle bir tehdit geldiği de söyleniyordu; “Savaş bitsin, attığınız bütün kazıkların hesabını soracağız!” Baba dostuna, bu ihracat mucizesi ve mucizeler yaratan genç girişimciler hakkında ne düşündüğünü sordum.
Bana şu fıkrayı anlattı:
Amerikalı genç iş adamı Paris’te iş yaptığı şirketin yönetim kurulu başkanı hanımı ofisinde ziyaret etmektedir. Konuşmanın bir yerlerinde Amerikalı iş adamı ayağının tekini kaldırıp sehpanın üstüne koyar. Bir süre sonra diğer ayağını da kaldırıp sehpanın üstüne koyar ve “Madam, bizde adet böyledir, umarım rahatsız olmuyorsunuz,” der. Soylu bir aileden gelen Madam, zarif bir şekilde Amerikalıyı yanıtlar; “Hayır, bayım! İsterseniz dördünü de masanın üstüne koyabilirsiniz.”
Bu fıkralı yanıttan sonra kendisine başkaca bir şey sormadım. Öğreneceğimi öğrenmiştim.
 
Seksenli yıllar, Değerlilerin yerini Önemlilerin aldığı sürecin başladığı yıllardır. O yıllarda, “ucuzluğa teşne olmak” bir hastalık gibi toplumu sarmaya başlamıştı. Kendisini VIP (çok önemli kişi) ilan eden tuhaf insanlar türemişti. ABD veya İngiltere’de parayı bastırıp master yapmak, kariyer basamaklarını hızlı tırmanmaya yetiyordu. Markalarla kendine kimlik edinmek pek revaçtaydı. Rahat para kazanmak ve rahat para harcamak hayatın neredeyse tek ereği olmuştu.
Tüketim ve gösteri toplumunun yeni dünya düzeninde yeniden yapılanarak kitlesel üretim ve tüketim sarmalında “Amerikan Rüyası” ile kendinden geçtiği bu dönemi, kapitalizmin küreselleşme süreci olarak benimsedik.  Kapitalistler, o gün bu gündür, demokrasi, özgürlük ve insan hakları adına hayatımıza hükmediyorlar.
Kapitalist toplumun bireyi, ontolojik varlığını, sahip olduklarıyla kalibre ederek sistemde kendisine yer açıyor.
“Sahip oldukları kadar önemli” olduğunu kabullenen insan, “değerli” olanın para etmediğini düşünerek böyle bir aşağılanmaya razı geliyor.
 
Kapitalist dünya sisteminde, insan tekinin, “olmak” yerine “sahip olmak” fikrine indirgediği yeryüzündeki duruşu, insanı değersizleştirdi.
Sahip olduklarının vitrinine dönen insan varlığı, yaşamın paradigmasını para-tüketim ekseninde devalüe etti.
Doksanlı yıllarda hepten alıp başını giden ucuzluk tutkusunun girdabında, olduklarıyla değil de sahip olduklarıyla varlığını anlamlandıran insan, tükene tükete vardığı yerde, içlerin dış olduğu, satıhlaşmış bir hayat buldu.
Nicedir hayat niyetine bu bayağılığı yaşıyoruz.
 
Bugün o ucuzluğun vardığı yerde, her şeyin ucuzuna teşne insanların yönettiği bu güzelim ülkede, hepimiz duvara dayandık.
Üretmeden kazanmak, çalışmadan başarı elde etmek, bedel ödemeden sahip olmak, okumadan bilgi sahibi olmak, devleti soyarak zengin olmak, hazineden geçinmek ve benzeri her türlü ucuzluğun laneti toplumun üzerinde…
 
Çamlıca Tepesine yapılacak devasa caminin İstanbul’un marka değerini artıracağını söyleyen insanlar tarafından yönetiliyoruz.
İnancı ve ibadeti kapitalizme nasıl meze yaptıklarını gururla söylüyorlar.
Acı ama gerçek; ülkemde, seçmenlerin en az %50’si bu ucuzluğa oy veriyor.
 
Yıllardır içimize sindirdiğimiz onca ucuzluğun ve bayağılığın hesabını bu hayat elbet de bizden soracaktır ve galiba o günler çok uzakta değil.