GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
4 Mart 2013 Pazartesi

Takıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına…

Umutlarım kaybolmasın diye hiç durmadan bana umut aşılayacak kelimeleri arıyor, buluyor, saklıyorum sonra onları. Zira arkadaşım, memleket havası boğucu mu boğucu, daraltıcı mı daraltıcı. Cemreler düşse de havaya/toprağa, toprak çiçeğe bürünse de, domur domur dallar nefesini bir an için kesse de, bahar sanki bu memlekete gelmeyecek, güneş kendini gösterip gösterip bulutların ardına gizlenecek gibi bir hal var havada. Öyle aldatıcı, öyle havai bir hava.
“Bu paldır küldür hayattan daha şuurlusunu; bu itiş kakış ilişkilerden daha özenlisini; bu kalbi elinde koşturma halinden daha medenisini hak ediyor olmalıyız.
Herkes eder, biz de herkes gibi olmalıyız. Sırf bu ülkede doğduk diye ‘Acaba bir gün bahar bile gelmeye tenezzül etmez mi?’ diye endişelenmiyor olmalıyız” demişti genç ve güzel bir kadın bir vakitler. Hala o vakitlerdeyiz…
 
“Kaçak bir güneşin altında elinde çayın sokakta otururken, karşı kıyıları seyrederken, bu insani keyfin zûl gelmemesi için, aynı anda birilerine hayatın sebepsizce zindan edilmediğini bilmen gerek. Sen görmüyorsun diye, kötülük yok olmaz. Geçmişin acısı, bugün için ders alınmamışsa, gelecekte daha farklı yaşanmayacaksa, sağalmaz. Birbirine uzak kıtalar gibi bakan insanların toplamından halk olmaz. Sevinçte, kederde ayrılanların yaşadığı ortak topraktan da memleket olmaz. Zaman bizi bir bebeğin gevrek kahkahasıyla sınar, onun koca gözleriyle izler. Bir hayatı nasıl yaşadığımız, atalardan miras, çocuklara emanet umutla sınanır en çok. Sabah işe koştururken arabanın motoru üzerinde bıyıklarını titrete titrete uyuyan bir kedi, şahit olur verdiğimiz söze. Yaşamın hakkını verelim her şeyiyle, inat diye...” yazmıştı Karin Karakaşlı da bir vakit. Bana umut versin diye ararken satırları, rastlıyorum kelimelere. Hiç durmadan tekrarlıyorum sabah sınava girecek çocuk misali… Yaşamın hakkını verelim her şeyiyle inat diye. Yaşamın hakkını verelim her şeyiyle inat diye… Yaşamın hakkını… Yaşam…
Ama nasıl? Sağımız solumuz üstümüz altımız, her yanımız Kürt meselesi. Sanki başka hiçbir sorun sorun değilmiş ya da bu sorunu çöz(e)mezsek, bir daha gün yüzü, bahar mevsimi görmeyecekmişiz gibi. Başka hiçbir konuyu konuşamazken ya da konuşsak bile eninde sonunda bütün seslerin/harflerin/hecelerin/cümlelerin ağız birliği yapmışçasına yeniden o konuya döneceğini, döndüğünü bilirken, yaşarken… Yaşamın hakkı nasıl verilecek? Nasıl vereceğiz?
 
Hürriyet’te Latif Demirci karikatüründe, yaşlı bir amca bir gence soruyordu: ‘Evladım saat kaç?’ Gencin cevabı ‘Nevruz’a 23 var dayı!”ydı...  
Doludizgin yaşadığımız günlerin iki kelimelik özetiydi karikatürün gücüyle anlatılan.
Sadece Kürt sorununu da konuşmuyoruz aslında. Kürt sorununda sadece ‘etnik’ sorunu konuşuyoruz ya da kelimeler/cümleler onun üzerinden yuvarlanıyor memlekete.
Savaşın sadece Kürtleri yoksullaştırmadığını, Trakya’daki ayçiçeği yetiştiricisini de Ankara’daki emekçiyi de İzmir’deki üzüm üreticisini de tüm insanlarımızı ‘tükettiğinden söz etmiyoruz. Kadın hakları, çocuk hakları, işçi hakları, tüketici hakları, insan hakları… Ne içeride çürütülen çocuklarımız… Ne arsızca yok edilen doğamız, kirletilen ırmaklarımız, kuruyan göllerimiz…  Her şey ‘kürt sorunu’nun altında kalıyor, daha anlatılırken yabancılaşıyor.
Ve her şey çok sıkıcı bir filmi, ikinci hatta üçüncü kez seyrediyormuşuz hissi veriyor.
 
“İnsan, içinde bir yabancıyı barındırır: yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır” demiş ya M. Duras. Yazmanın da konuşmanın neredeyse zûl olduğu şu günlerde, bu yazı da içimdeki o yabancıyı yakalıyor. Belki de istedikleri tam da budur. O ‘Lanet olsun, bitsin bu iş, bitsin de ne lursa olsun’dur.
Budur ya da hiçbir şey değildir.