GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
22 Aralık 2013 Pazar

Mülkiyet kimin?

“Mülkiyet hırsızlıktır.” Fransız anarşist düşünür Proudhon böyle söylüyor. Proudhon, “Mülkiyet Nedir?” adlı eserinde, kullanım hakkına sahip olmak anlamına gelen malik olmanın değil ama mülk edinmenin hırsızlık olduğunu söyler.
Proudhon ve Karl Marks’ın mülkiyet üstüne uzun soluklu tartışmalar yaptıkları biliniyor. İleri sürdükleri tezler, Anarşistler ile Komünistler arasında elan tartışılıyor. Proudhon’un Sefaletin Felsefesi adlı çalışmasında öne sürdüğü görüşlere, Marx, Felsefenin Sefaleti adlı çalışmasıyla cevap vermiştir.
Bu ünlü tartışmayı merak edenler için; her iki kitap da türkçeye çevrildi.
 
Şimdi nereden çıktı bu mülkiyet meselesi diye siz sormadan ben söyleyeyim;
Sırrı Süreyya Önder mal varlığını açıklarken şöyle demiş; “Hiçbir malım mülküm yok şükür.” Mal varlığını 8 karakter açıklamaya yetiyormuş; “yok şükür.”
 
İhsan Eliaçık ise şöyle söylemiş; “Devlet, ordu ve hukuk mülk sahiplerinin kurumlarıdır. Devlet, mülk sahiplerinin hesabını tutan kurumdur. Ordu da mülk ve servet sahiplerinin malını koruyan silahlı güçtür. Hukuk dediğimiz de bunların malını, mülkünü korumaya yarayacak kanunlardır. Servetle hukuk arasında böyle bir ilişki vardır.”
 
Devlet-servet-hukuk arasındaki ilişkinin, şu aralar yaşanmakta olan iktidar içindeki hesaplaşma sürecinde izlediğimiz gibi farklı bir boyutu daha vardır; kapitalistler arası servet paylaşımı. Ülkemizde iktidar grupları arasında sürdüğünü bildiğimiz böylesi bir anlaşmazlık kapalı kapılar ardında çözülemez noktaya gelmiş olmalı ki fena halde ortalığa döküldüler.
Toplumsal hayatta, servet paylaşımı ve mülkiyet tarih yapıcı bir rol oynar. Diplomatik yollar tükendiğinde patlayan savaşlar, Efendiler arasında paylaşılamayan servetlerin, toprakların yeniden paylaşımıyla sonuçlanır; halkların payına da kahramanlık düşer. Mülkiyet Efendilerindir.
 
Tarihte, İsrailoğulları kölelikten kurtulmak için Musa Peygamberin peşine düşerek Mısır’dan çıktılar. Musa Peygamber köle bir halkı kurtardı. İlk inananları mülksüzlerdi. Ve ortaya bir din çıktı. Ne ki o din şimdi para basıyor.
 
İsa Peygamberin Celile’de Genaseret gölü kıyısında ilk vaazlarını verdiği ve tebliğlerini bildirdiği topluluk mülksüzlerden oluşuyordu. Topluluğa katılanların malını mülkünü terk etmiş olması zorunluydu. İsa Peygamber de mülksüzdü ve hep yoksul yaşadı.
“Yarının kaygısı yarının olsun, her günün derdi bize yeter.” (Matta 6/34)
Bu sözleriyle İsa Peygamber, geleceği değil, günü işaret etmiş. Kapitalizmin “gelecek” pazarlama stratejilerine iki binyıl önce “hayır” demiş. Her ne kadar Hıristiyanlar artık bunları hatırlamıyorlarsa da…
 
Müslümanların bu mülkiyet meselesinin neresinde olduğunu da Antikapitalist Müslümanların “mülk Allah’ındır” açıklamalarında ilgiyle izliyoruz.
İhsan Eliaçık Kuran’a dayanarak diyor ki; “Toplamayın, biriktirmeyin, kontrol etmeyin yeryüzünde sorun kalmaz.”
 
Günümüzde antikapitalist duruşun karinesi olan mülkiyet karşıtı tavır ilk defa bu denli yaygınlaşıyor. Mülkiyet karşıtı siyasal tavırlar, Anarşizm ile Komünizm arasında ideolojinin belirlediği dar alandan çıkarak, ideolojiden azade geniş kitlelerde karşılık bulmaya başladı.
Dünya ölçeğinde modernist dönemin sınıf mücadeleleri sönerken, yeniden köleleşmeye başlayan halklar artık kent yoksulları olarak anılmaya başladı. Kendisi için sınıf olmaktan vazgeçen işçi sınıfı devrimci niteliğini yitirdi. Buna karşın, halk hareketleri öne çıkmaya başladı.
Ortaya çıkmakta olan yeni sosyal yapıları ve hareketleri derinlemesine tahlil etmek için henüz erken olmakla birlikte öncüllere bakarak bazı şeyleri söylemek mümkün oluyor ama daha fazlasını söylemek için yeni sosyoloji kuramlarına ve yeni bir dile ihtiyaç var.
 
Uluslararası sistemin desteklediği “yeni sol”a gelince, onun için söylenecek çok şey var ama bu yazının konusu olmadığından, şu kadarını söylemekle yetineceğim;
Kapitalist sistemle uzlaşarak kendisine iktidar grupları arasında yer açmaya çalışan “yeni sol”un, üretim ve mülkiyet sorununda solun öne sürdüğü tezlere pek ilgi duyduğu söylenemez. Salt özgürlük, insan hakları ve sosyal devlet bağlamında taleplerle ortaya çıkan “yeni sol” aslında ılımlı bir sol harekettir.
Kaldı ki bu tür taleplerde bulunmak için solcu olmaya da gerek yoktur.
 
Üretim ve mülkiyet sorunlarına dair söyleyecek yeni bir şeyi olmayanların solculuğu semboliktir, ciddiye almamak lazım. Ama bu solcuların okyanus ötesinde alkışlanması çok ciddiye alınması gereken bir durumdur.
Liberaller ile yeni solun talep çakışması olağan bir durumdur; ancak liberallerden farklı olduğu yerde solun sadece ülkede değil, yeryüzünde de karşılığı yoktur.
İşte tam burada diyorum ki, sol, üretim araçlarının mülkiyeti ve mülkiyet sorununda teslimiyet içinde olduğu sürece burjuvazi tarafından kabul görecektir. Ve günümüzde kapitalistler ile yeni sol arasında olan biten bundan ibarettir.
Mülkiyetin ve üretimin kontrolü kapitalistlerde olduğu sürece, özgürlükler ve insan haklarına dair solun taleplerinde rahatsızlık yaratacak bir durum yoktur.
Aksine üretimden yoksulluk düzeyinde pay alan topluma, yoksullaştırılmış insanlara verilen hak ve özgürlükler sistem tarafından da destekleniyor.
Özgürlüğün ve yoksulluğun bu paradoksal buluşması modern ötesi çağrışımlar yapıyor; Postmodern zamanlarda kölelerin özgürlüğü…
 
Kapitalistler ne düşünerek yoksulları özgür kılmak istiyorlar bilemiyorum ama mülksüzlüğün insanı gerçekten özgürleştirebileceğini gözden kaçırıyorlar. En büyük başkaldırılar her zaman mülksüzlerin ve yoksulların eseri olmuştur.