GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
23 Kasım 2015 Pazartesi

Führer hayranı Prof. Celal Şengör’ün otistik olduğunu biliyor muydunuz?

4 Ocak 1989 gününün gecesi Cizre'nin Yeşilyurt Köyü TSK'nın özel tim kuvvetlerince kuşatıldığında köyün kadınları ve erkekleri meydanda toplanır, aralarında aranan şahıslara ya da benzerlerine rastlanamaz. Köyün kadınları bir kenara dizilir, erkekleri meydanda toplanmıştır. Aralarından devletin resmi imamı ve birkaç yaşlı ayrılarak bir duvar önünde bekletilirler. Çamurların üzerinde yat-kalk yaptırılır, operasyonu yürüten Binbaşı Cafer Tayyar Çağlayan yerdeki köylülerin sırtlarında gezer. İstenen şey aranılan teröristlerin yerlerinin söylenmesidir. Köylüler "bilmiyoruz" dedikçe dayak ve işkence devam eder. Köyün muhtarı hakaret ve dayakla sorgulandıktan sonra köyün yaşlılarından Kamil Müştak köy okuluna götürülerek dövülmeye başlanır. Haykırışları tüm köylüye dinletilir. Dayaktan sonra köylüler hala "bilmiyoruz" cevabı verince Kamil Müştak’ın cebine okul bahçesindeki insan dışkısı konup bunu oradaki erkeklere yedirmesi istenir. Müştak "yapamam" deyince dayak faslı yeniden başlar. Tek tek köylülerin ağzına dışkı sürülür, yedirilir. Sonra Kamil Müştak’ın oğlu Bahattin'e emir verilerek babasına dışkı yedirmesi istenir. Sonunda Binbaşı ve ekibi Kamil Müştak ve birkaç köylüyü yanlarına alarak köyden ayrılır.
Köylüler tarafından resmi makamlara taşınan, dava açılan ‘dışkı yedirme işkencesi’ni basına taşıyan isim, o tarihte Cumhuriyet’in Adana ve Güneydoğu illeri temsilciliğini yapan Celal Başlangıç olur. Haber özellikle muhalif basında ‘gazeteci terimiyle’ patlar!

Olay basında bu kadar geniş yer bulunca, işkencenin faili olan Binbaşı Çağlayan savcılığa can güvenliğinin olmadığını belirten bir dilekçe verecek ve dava Ankara'ya alınacaktı. Binbaşının dahi can güvenliğinin olmadığına karar veren makamlar Yeşilyurt köylülerinin ‘köyün koruma altına alınması’ taleplerini reddedecekti. Henüz soruşturma sürerken TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Alparslan Pehlivan ve İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli ise, ‘eğer dışkı yedirme iddiası yalanlanırsa bu iftirayı atanların aynı şekilde cezalandırılmasını’ isterken haksızlığa uğradıklarını beyan eden köylülere gözdağı verilmekteydi. ...
Nitekim… Devletin atadığı resmi Türk imam Mevlüt Altunbaş'ın ve tüm köylülerin şahitliğine rağmen yargı kararını verdi ve ‘dışkı yedirme olayının olmadığına ancak dayak olduğuna’ hükmetti. Köylülere dışkı yedirmekle suçlanan, işkence ettiği ise resmi mahkemelerce tescillenen Binbaşı, kariyerinde yükselmeye devam ederek ordudan Albay rütbesi ile emekli oldu.
İnsanlık onurları ayaklar altına alınan Yeşilyurt köylüleri, iç hukuktan çare bulamayınca, davayı Avrupa insan Hakları Mahkemesi'ne (AiHM) taşıdı. Mahkeme 1994'te Türkiye'yi 'kötü muamele', 'işkence' ve 'dışkı yedirme' yüzünden mahkûm etti. Her bir mağdura da 300 bin Fransız Frangı ödenmesine karar verdi. Türkiye’nin AİHM’deki ilk mahkumiyeti olan bu dava Güneydoğu'da benzer işkence davalarının da açılmasına yol açarken, baskılardan yılan Yeşilyurt köylülerinin yarısı Avrupa ülkelerine iltica etti, bir kısmı da Büyükşehirlere göçtü.
Bütün bu yaşananlar bir gecenin bilançosuydu…
*
İnsan olanın tahayyül bile edemeyeceği bu işkenceyi, sevgili Celal Başlangıç’ın ağzından (haberde yer almayan daha pek çok acıtıcı detayıyla) dinlemiş biri olarak, dün Radikal.com’daki röportaj başlığını görür görmez çakılıp kaldım. Başlıkta yer alan ‘Dışkı yedirmek işkence değildir’ sözlerinin sahibi ünlü deprem profesörlerinden biriydi. Hiç çıkarmadığını zannettiğimiz papyonu, Noel Baba görüntüsü veren kırmızı tombul yanakları, bembeyaz saçları/sakalıyla hepimizin aşina olduğu Prof. Dr. Celal Şengör…
Her bir satırını ‘aman Allahım’ diyerek okuduğum… Pazar sabahımı karartan uzun röportajı sabrınızın sınırlarını zorlasa da sizin de okumanızı tavsiye edeceğim; bugün gazete köşelerine de konu olan, HDP’li bazı isimlerin beyanatlarına rağmen hala okumadıysanız eğer.
‘Bu kadar iyi eğitim görmüş, o kadar ki Boğaziçi’ni bile üniversiteden saymayan bir insanın, insanlık vasıflarını alt üst eden sözlerin sahibini ‘böyle bir insan nasıl olabilir ki’ merakıyla biraz araştırınca, kayda değer iki önemli sonuca ulaştım. Bunlardan biri, 14 Haziran 2009 milliyet Pazar ekinde çıkan röportajdı. İşte o röportajdan alıntıladığım bölüm:

“Bilime en çok katkısı olan millet Almanlardır” denebilir mi?
Tartışmasız, kesin...
Hitler dönemini de katıyoruz...
Hem de nasıl... Ben 14 yaşımdayım. Babamla beraber TV seyrediyoruz: Ay’a iniş... Muhteşem bir şekilde Ay’a Kartal indi, içinden zıp zıp zıp Amerikalılar çıktılar, bayrağı dikecekler... Babama dedim ki, “İyi bak o bayrağa, üzerinde gamalı haçın dalgalandığını göreceksin.” Çünkü Ay’a inen o Kartal’ı yapan kim; Hermann Oberth. Kapsülü oraya götüren Satürn roketini kim yaptı? Werner von Braun. Bu ikisi Hitler’in bilim adamı.
14 yaşında niye biliyordunuz bunları?
Çok ilgiliydim. İkinci Dünya Savaşı’na dair o yaşta 149 cilt kitap okumuştum. Babam bana Rus cephesindeki komutanları say dese, hepsini sayardım.
Şevk nereden geliyor peki?
Satranç çünkü... Hoşuma gidiyor... Ben Cengiz Han’ı da biliyordum. Mesela bir Timur hastasıydım. Hatta ilkokul beşinci sınıfta Timur yüzünden kovuldum. Çünkü hocama “Cahil” dedim, Ankara savaşının iki-üç saatte bittiğini bilmiyordu.
Anne-baba hiç telaşa kapılıyor muydu sizin bu savaş ilginize bakarak?
Hayır çünkü ben sadece savaşlarla değil, her şeyle aynı anda ilgiliydim. Jeolojiyle de Abdülhamid’le de... Mesela Almanca “Das Kapital”i okumuştum o yaşta.
Ya çocukluk oyunlarınız? 
Oyunlara da yansıyordu tabii. 11-14  yaş arasında kolumuza gamalı haçlı pazubentler takıp oyun oynuyorduk.
Nasıl bir oyundu bu?
Yere kocaman haritayı seriyorduk. Oyuncak tank, top, trenlerimiz vardı. Hangi cephede kim çarpışıyor, biliyoruz tabii. Oturup gerçek hayattaymış gibi plan tartışması yapıyorduk.
Sizin gibi savaş tarihi okumuş başka çocuklar da vardı yani...
Hiçbirinin ismini vermem ama şimdinin çok meşhur adamları vardı. Bizim şoförlerden Ethem abiyi genelkurmay başkanı yapmıştık. Bir başka şoförümüz Lütfü abiyi de hava kuvvetleri komutanı.  
Oyunda siz kimdiniz?
Führer! 
Ya fırınlarda yakılan Yahudiler; o bölüme ilişkin kafanızda bir şey var mıydı?
Bilmiyordum bile çünkü ben meselenin o tarafıyla ilgilenmiyordum. Beni tek ilgilendiren satranç oyunuydu. Organize güç, muazzam bir teknoloji, çok güzel üniformalar, bu kadar. Mesela Cengiz Han’ın generallerinden Subutay’a da çok hayrandım. Düşün, Ortaçağ’da 18 yıl savaş öngörüyor. Avrupa’daki her nehir, her otlak; hangi nehir ne zaman donuyor, onları düşünüyor. Coğrafya bilgisine bak.
“Savaştan zevk almak” mı bu?
Asla değil. Bunu sakın tersi şekilde kabul etme. Çünkü bu benimki sadece çok karmaşık bir problemi çözme zevki. Bilgiyi proses etmek. Askerlik de bir bilimdir ve işin beni ilgilendiren tek tarafı da budur. 
Biraz çılgınca çalışıyor beyniniz...
Başka türlü bu işleri yapamazsın ki...
Acaba Permiyen’deki yok oluş teorisi mi sizce daha çok zeka gerektiriyor yoksa Subutay’ın planı mı?
İkisi de aynı zekayı gerektiriyor ama bilim daha ilginç. Çünkü öbürü bir kere kalıcı değil. Bir sorunu tam anlamıyla çözmüyor. O sadece Cengiz Han’ın sorununu çözüyor. Oysa beni insan sorunları ilgilendirmiyor, dünya ilgilendiriyor.
Ya etik?
Etik bilime benzemez, matematik gibidir. Başta varsayımlar veya kabuller yapar, sonra o kabuller üzerine hareket eder ve her şey o kabullere indirgenir. 
Peki bilimin hümanist olmak gibi bir meselesi yok mudur?
Asla. Bilimin tek ilgilendiği şey gerçekle uyumlu mu değil mi, bu kadar. Problemi çözüyor mu, çözmüyor mu? En ufak bir hümanist, etik bir düşünce olamaz. Olduğu an mahvolur bilim. Sosyal bilimler onun için adam olamıyor zaten. Çünkü etikle bilimsel sorunları karıştırıyorlar. Önce sorunları çözmeye çalışsınlar, ondan sonra buldukları çözümler etikle uyuşuyor mu uyuşmuyor mu o zaman baksınlar. Uyuşmayanları eleyebilirler ama elde bir çözümleri olsun. Öteki türlü kör dövüşüne dönüyor, hiçbir neticeye varamıyorlar.”
*
Führer hayranı Celal Şengörle ilgili kayda değer bulduğum bir diğer önemli veriyi ise Hürriyet Gazetesi’nde buldum. Celal Şengör'e neden kızıyorsunuz? Çünkü kendisinde otistik spektrumda görülen özellikler var ve bunlar söylemesi çok doğal” diyen Hürriyet blog yazarlarından Aylin Anne’nin, 18.10. 2014’te yayınlanmış yazının başlığı şöyle:
 Hafif Bir Otistiğim. İmza: Celal Şengör
“Bugün biraz ezber bozalım” cümlesiyle başlayan Aylin Anne’nin yazısı, şöyle devam ediyor: “Otistik spektrumdaki çocukların toplumsal tehdit olarak algılanmasını eleştirdiğim yazımın ardından çok sayıda mail aldım. Ancak bir tanesini beni çok şaşırttı. Öyle ki maili ve gönderen kısmını bir kaç kez okumak istedim. Gönderen 1999 depreminde tanıdığımız jeoloji profesörlerinden Celel Şengör. Şaşırmamın sebebi mailin konu kısmındaki hafif otistik tanımıyla kendisini bir anda bağdaştıramamış olmam sanırım. Aynen şöyle diyordu Celal Hoca:
Aylin Hanım, Otizm tehdit olmamakla kalmaz, bazı hallerde büyük bir avantaj olur. Temple Grandin adı her otizmli insanın bilmesi gereken bir isimdir. Ben bir isim daha ekleyeyim: kendim. Ben de hafif Aschberger ile teşhis edilmiş bir insanım. Ve bu özelliğime şükran borçluyum. Otistik olmasaydım bilimde elde ettiğim başarıları elde edemezdim.’
 “Bir dakika, bir dakika Asperger Sendromu teşhisi mi? Yani otistik spektrumdaki en şanslı gruptan mı bahsediyoruz? Evet. Şanslı ve akademik başarıları yüksek, özel gereksinimli insanlardan bahsediyoruz” diyen Aylin Anne, ardından Asperger Sendromu’nun belirtilerini sıralıyordu:
- Göz temasının az olması, hiç olmaması ya da kalitesiz olması..Göz temasından kaçınma.
- İletişimin sözel ve sözsüz mesajlarını değerlendirmede güçlük.
- Arkadaş edinemede ve/veya arkadaşlığı sürdürmede güçlükler, arkadaş gruplarına girememe.
- Anlam ve bağlam dışı konuşma (Örneğin: + bugün piknik yapalım mı? - (AS'li birey): Anatosaurus, 60 milyon yıl önce yaşamış bir dinazor türü.
-Sınırlı ilgi alanı, aynı konuda yıllarca süren bitmek bilmeyen merak, takıntı derecesinde ilgilenilen konular..
- 5 duyu ile ilgili (ışık,ses,koku,tat ve dokunma) hassasiyetler ve/veya 5 duyu ile ilgili uyaranlara düşkünlük.
- Yüz ifadesinde, vücut duruşu ve tavırlarda uygunsuz/garip haller. Birisiyle konuşurken yan durması
- Fantastik hayal dünyası.

- Tekrarlayan hareket ve jestler, stereotipiler.. (Bir nesne ya da kendi etrafında dönmek, sallanmak,el - parmak hareketleri,yandan bakışlar,vb.)

- Ortamın/topluluğun ortak duygusunu/ruhunu hissetmede, sezmede güçlükler ve buna bağlı davranış problemleri..(Örneğin cenaze evinde şarkı söylemek)

- Literal algı (Mecazi anlamları algılayamamaya dair bir diyalog: + bugün çalışmaktan kafam patladı. - (Asper Sendromlu çocuk karşısındakinin başına bakarak:) ama kafan patlamamış!?)
- Tekdüze ve monoton konuşma kitaptan pasajlar okur gibi ezber konuşma.
- Ergenlik çağında sıkça karşılaşılan depresyon.
- Matematik, Fizik,Kimya vb.kapalı uçlu bilimsel konulara eğilim
- Bazı objelere,nesnelere,eşyalara aşırı düşkünlük... Nesneyi yanından ayıramama, dışarı çıkarken dahi yanında bulunmasını isteme...”
“Teşhiş ve kabulleniş sürecinin ardından dikkatli ve yoğun bir eğitim ile Asperger Sendromlu bireylerin pek çok özelliği dengeleyerek çok rahat toplumsallaşabildiklerini, akademik başarılar elde edebildiklerini” yazan Aylin Hanım, ‘tıpkı Tıpkı Prof.Dr. Celal Şengör gibi” diyordu. Şengör’ün de bu özelliğine şükrettiğini ekleyerek…
*
Beni dehşete düşüren fikirlerin sahibinin ‘otistik’ olduğunu öğrenmek, merakımı kısmen giderse de… “Dışkı yedirmeyi normal görüp işkenceden saymayan… Türkiye gibi toplumların oligarşi ile yönetilmesi gerektiğini savunan… 12 Eylül darbesine devrim diyen, Kenan Evren’in her yaptığının doğru olduğunu iddia eden… halkı aşağılayan, aptallar sürüsü olarak gören… elitizmin en tepe noktasında olduğunu söyleyen, 35 yıldır hiç otobüse binmemiş, halkın arasına karışmaktan iğrenen, hayatında hiç ekmek almamış, özel şoför ve hizmetçilerle hayat geçirmiş… Orhan Pamuk’a da Yaşar Kemal’e de burun kıvıran… Kemal Sunal’a tahammül edemeyen, ‘ordu tabii ki darbe yapabilir’ ve ‘Türkiye'nin gerçek entelektüelleri askerlerdir; Türkiye'de 3 adet de gerçek üniversite vardır, hava, kara ve deniz harp okulları; gerisi boştur.’ gibi yüzlerce şok yaratıcı söylemin sahibi bu şahsın ‘gerçek’ gibi görüleceği, sözlerini/fikirlerini ciddiye alanlar olacağı korkum ise bakîdir…