GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
13 Kasım 2015 Cuma

Niye gün görmüyoruz biz, yoksa…

(…) Salonun basma perdesi, camlı kapıyı yarısına kadar örtmüş. Perdenin arkasındaki somyada ‘Akbaba’ dergisi okuyorum. Geçen gün anamın ardına takılıp bir tanıdığın evine gitmiştim. Sıkılıp mızmızlanınca: “Önüne okuyacak bir şeyler koyun, sesi çıkmaz o zaman!” dedi anam. Önüme bir yığın ‘Akbaba’ dergisi koydular. Kendimi kaybetmiş gibi geziyorum sayfalarında.
“Ben ölmüş anamın sütünü emdim Fadime, nasıl gün göreyim ki?” cümlesini duydum birden. Saadet halam hem gülüyor hem de bunları söylüyordu.
Uzandığım yerden kulak kabarttım konuşmaya. O daha emzikte iken annesi hastalanmış ve yatağa düşmüş. Sonra da ölmüş. Bebeği almışlar koynundan ve defin hazırlığına başlamışlar. İş uzayınca bebek ağlamaya başlamış. Anneyi mi gömecekler, bebeği mi doyuracaklar? Ölmüş annenin göğüslerinden hala süt sızdığını gören ihtiyarlardan biri, “acıkmış bu, annesinin sütünü istiyor” diyerek bebeği ölmüş annesinin göğsünden emzirmiş.
Saadet halam, başına gelen tüm felaketlerin sebebini buna yoruyordu: “Ölmüş annemin sütünü emdim ben abla, niye gün göreyim ki?”

MARAŞ, SİVAS ve DİĞERLERİ
1978 yılının 19 Aralık’ında Bornova’daydım. 19 Aralık’tan 26 Aralık’a kadar, Maraş’ta yüzlerce kadın, çoluk, çocuk öldürüldü ve bunu yapanlar, bir süre önce öldürdükleriyle aynı kahvede çay içip, aynı caddelerde geziyorlardı. O günlerde evde olsaydım eğer, abilerimden biri bana mutlaka Maraş’ı sorardı. Ona önce Dersim’den söz ederdim. 1938 yılında Munzur’un kan kırmızısı aktığından, insanların fare gibi mağaralarda kıstırılıp zehirlendiğinden, çocukların, bebelerin süngülendiğinden… Sonra da Maraş’ı anlatır ve derdim ki; “Abi, galiba biz Munzur’un ölmüş sütünü emdik, başımıza felaketler bu yüzden geliyor.”
(…) Biz ölmüş annemizin sütünü mü emdik? Anadolu’nun sütünü. Göç yollarında ölen komşularımızın, kovuklarda kıstırılıp kurşunlanan köylülerin, yanmış otellerin içinde kalan kardeşlerimizin Anadolu’su... Issız dağ yamaçlarının, serin çavlanların, bozkırın Anadolu’su. Maraş’ın, Sivas’ın ve Roboski’nin… Eskişehir’in, Taksim’in şimdilerde… Başımıza gelenler bu yüzden mi acaba? Bu yüzden mi, bu kadar çok hırsız, soytarı, riyakar ve yalancısı var tarihimizin?”
*
Bugün 11. gün Silvan’da…
Sokağa çıkma yasağı uçsuz bucaksızmış gibi sürüyor ağır ateş altındaki ilçede.
“Birçok mahallede ekmek yok, elektrik yok, su yok, internet ve cep telefonu erişimi yok, yüzlerce ev ve işyeri yoğun ateşten kullanılamaz halde” diyor; “gökyüzündeki helikopterleri, insansız hava araçlarını, karada tankları, zırhlı araçları, keskin nişancıları” yazıyor (bazı) gazeteler…
Demokrasi paketinin/açılımın dondurulup yerine ‘Milli Birlik ve Kardeşliğin’ konduğunun açıklandığı günden bu yana ilçedeki çatışmalarda 4 asker, 4 polisin şehit, 4 de sivil kayıp olduğu söylense de Cizre’deki 10 günlük benzer abluka sonrasında İçişleri Bakanı’nın ‘hiç kayıp yok’, Başbakan’ınsa ‘1 kayıp’ açıklamalarının pası hala kulaklarımızda olduğundan… Ölü ve yaralı sayısındaki gerçeğin, ancak kuşatma bitip sivil heyetler ilçeye girebildiğinde anlaşılabileceğini biliyoruz artık. Öğrendik, öğrettiler bize.
100 bin nüfuslu ilçede 10 bin kişinin evini terk ettiğini, çoluk çocuğun ellerinde iki bavul bir denk can havliyle göçtüğünü, günlerdir işyerini açamayan esnafın çöktüğünü…  
İlçeye giden HDP heyetinin TOMA’lardan sıkılan tazyikli sularla engellediğini/tartaklandığını, Eşbaşkan Figen Yüksekdağ’ın başına da gaz fişeği isabet ettiğini okuyunca…
‘Ağaçlar için ayağa kalkan ülkenin niçin Silvan’da yaşananlara tepkisiz kaldığına’ isyan eden bir gencin görüntülerini izleyince…
Yazının girişine alıntıladığım Ercan Kesal’ın ‘İyi süt, kötü süt’ yazısı geldi aklıma. Ben de mırıldandım onun gibi: “Biz galiba Mezopotamya’nın da ölmüş sütünü emdik, başımıza felaketler bu yüzden geliyor…”
Her gün bir felakete uyanan, daha da kötüsü ‘herkesin felaketinin kendine ait olduğu’ bir ülkede, bu güzel ülkede ardı ardına yaşananlar nasıl açıklanabilir?
Ülkenin yarıdan fazlasının Silvan’da neler olup bittiğini merak bile etmeyişine; duyguların, hakikatin o ilçe kadar uzakta oluşuna, kendini de tepkisizliğin parçası gibi hissetmeye… ‘cehennem acı çektiğimiz yer değildir, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir’ sözünün bir kez daha gerçeğe dönüştüğünü görmeye nasıl katlanılır?
Giderek karamsarlaşan içimi durultmanın bir cevabını bulamıyorum ama size de bulaştırmayayım bu üzerimden düşen bin parça yüzü… Ercan Kesal’ın iki yıl önce BirGün’de yazdığı o muhteşem yazının iyimser/umutlu sonuyla uğurlayayım sizi. “Bulandırılmış hakikat, bulandırılmış süttür… Şimdi, sonuna kadar hakikat ve sadece hakikat için… Korkmadan, utanmadan ve katlanarak… Sütümüzü berrak kılalım. Helal süt emmiş kardeşlerimizi hatırlayarak” diyen ve “Helal süt mü arıyorsunuz; Sinan’ın, Hüseyin’in, Mine’nin fotoğraflarına bakın. Ali İsmail’in gülen yüzünü hatırlayın. Erdal’ın son mektubunu okuyun, mezarsız Veysel’in masum şiirini. Ethem’in türküsünü dinleyin gece yarısı başkent metrosunda. ‘Su-i misal misal olmaz,’ kötü süt örnek olamaz hayatımıza. ‘Su çatlağını bulur,’ biliyorum ve henüz zalimler kazanmadı. İyiliğe inancınızı kaybetmeyin” satırlarıyla… Noktalayalım.