GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
8 Aralık 2015 Salı

CHP kongreleri ve ‘Nasipse Adayız’

Günlerdir CHP’de yaşanan bir demokrasi şöleni(!) var, biliyorsunuzdur. Arada bir göz atıp acele uzaklaştığım haberleri siz de görmüşsünüzdür tahminiyle ‘biliyorsunuzdur’ ahkamını kesişim. Hiç alakanız olmadıysa da bir şey kaçırmadınız, tasalanmayın.

Birinci perde bitti zaten. İkinci perde  il kongresi, sırada da kurultay var. ’30 ilçemizde nezaket kuralları çerçevesinde, düğün ve bayram havasında kongrelerimizi gerçekleştirdik’ diyor CHP İl Başkanı Bedri Serter. Hemen ardından diplomatik klişeyi konuşturuyor ‘Kongrede kaybedenimiz yok, kazanan Cumhuriyet Halk Partisi’ diyerek. Siyaseti göz ucuyla takip edenler için bile inanması ne kadar uzak bir cümle… Hem uzak, hem tuzak. Siyaset nice zamandır ‘kazanırken bile kaybedenler’ sanatı gibi geliyor bana zira. ‘Nasipse Adayız’ kitabı da bu hissiyatımı depreştiren yeni bir anahtar. 

Elimden düşmeyen kitabı bitirdim ama dilimden düşmedi henüz. Sanırım sık sık hatırlayıp size de sıkça hatırlatacak gibiyim Ercan Kesal’ın ‘Nasipse Adayız’ kitabını.  İletişim Yayınları’ndan çıkan, yazarın Peri Gazozu ve Evvel Zaman’dan sonraki üçüncü kitabı olan ‘Nasipse Adayız’; hali vakti yerinde hastane sahibi, değişik uğraşlara sahip, entelektüel bir adamın düzgün sayılabilecek bir yaşamı varken belediye başkan adaylığına soyunmasıyla başlayan komik bir o kadar da yürek burkan süreci konu ediyor. Kişilikli bir doktorun (kitaptaki adıyla Kemal Güner’in) siyasi bir kişiliksize dönüşünün hikayesini…

Yön Haber’deki röportajında Ercan Kesal’a soruluyor:  “Kitapta, her dönem aday olan (Abit Güleryüz), hep aynı oyu alan, seçilemeyen  ama hiçbir şekilde vazgeçmeyen bir karakter var. Bunu tam olarak nasıl açıklarsınız. Yapacak başka bir işi olmadığından mı, alışkanlıktan mı, yoksa sizin de dediğiniz gibi bir hükmetme durumu mudur?”  
Kesal yanıtlıyor:

“Birçoğu var bu söylediklerinin… Ama ağırlıklı olarak  hemşehriciliğin, akrabacılığın, taşradaki, köydeki  ilişkilerin kentin çeperine taşınma hali diyebiliriz. O aynı insan göç etmeseydi, köyünde de büyük bir ihtimalle muhtarlık seçimlerine girecekti ya da aza olmaya çalışacaktı. Ama burada şunu fark ediyorlar, kocaman bir şehir var  onları yutmaya hazır. Kendilerini yalnız ve çok çaresiz hissediyorlar. Bu yüzden, en yakınlarındakilere, hemşehrilerine, memleketlilerine sarılıyorlar. Hiçbir zaman dönmeyecekleri, artık geride kalmış olan köylerini, mahallelerini, kasabalarını, oradaki ilişkilerini kentteki hayatlarına taşıyorlar. Bu yüzden yüzlerce binlerce köy yardımlaşma derneği kuruluyor. Bu yüzden her hafta köyden yiyecek malzemeleri ile dolu otobüsler geliyor. Bu yüzden buraya gömülmek istemiyorlar. Mutlaka köylerindeki ya da kasabalarındaki bir mezarlığı tercih ediyorlar. Bütün bunlara bakıldığında oradan taşınan iktidar taleplerinin ve isteklerinin burada bulabildiği yer daha çok yerel seçimler. Çünkü genel seçimler biraz daha üst düzey, daha farklı ve Ankara mihraçlı ilişki biçimi. “Madem bu mahalle bizim ve burada bizim sayımız fazla o zaman burayı biz yönetelim, buranın yönetiminde biz söz sahibi olalım. Burada bir rant varsa bize paylaştırılsın” talepleriyle giriyorlar siyasete.”

“Bahsettiğiniz bu kesimlerin talepleri hakikaten siyasete yansıyor mu”
sorusunun yanıtı da pek çoğumuza yabancı değil:

“Keşke yansıyabilse… Ama yansımıyor. Hepimizin her  dört beş yılda bir, sanki hiç seçim yapmamışız gibi, hep yana yakıla bir sonraki seçimi bekliyor oluşumuz, bu döngüyü ısrarla sürdürmemiz…Bu gündelik politikaların içine sıkışıp kalmamızdan kaynaklanıyor. Uzun erimli düşünmek sunulmuyor, uzun vadeli bir politika zaten arz edilmiyor bu insanlara. Bu tuhaf, zımni, adı konulmamış, “sen bana oy ver, ben sana şimdilik şunları vaat ediyorum” ilişkisi hep sürüp gidiyor. Halbuki üzerinde yaşadığımız coğrafya bize emanet. Bizden önce de vardı, bizden sonra da devam edecek. Bu kadar kısa vadeli olamaz. Politika eğer hayatlarımızı belirleyecekse, siyaset çok kıymetli bir şeyse, çok daha geniş, çok daha evrensel, çok daha farklı düşünülmeli ve ona uygun duruşlar sergilenmeli. Bu zincirin ilk kırılacağı yerlerden birisinin ‘parti içi demokrasi’ olduğunu düşünüyorum. Galeyano’nun dediği gibi hükümetlerin halkı değil, halkın hükümetlerinin  idare etmeye başladığı bir sistemi bulabilsek, demokrasi denilen şeyi belki de gerçekleştirmeye başlayacağız.”

Siyasilerin içler acısı hali ve bu siyasetçileri seçmek zorunda kalmak, hakikaten umutsuz vaka duygumuzu katmanlaştırıyor. Bu acıklı uğraşta, kimi aktörlerin ‘iyi eğitimli’ olması hali ise durumu daha vahim hale getiriyor. ‘Niye’ diye soruyorsun kendine; bu koca koca, kerli felli adamların bu oyuna canla başla katılmalarının sebebi ne? Senden farklı olarak anladıkları amaç nasıl bir şey?

Kitabın yazarının cevabı, sıkı bir çözümleme: “İnsan denen canlı, doğumundan ölümüne kadar, yaşadığı her an içinde duyumsadığı varoluşsal sıkıntı ve ‘ben kimim, niye bu dünyada varım?’ sorularına cevap arıyor. Bunun cevabını bulabileceği yolculukların en başında da ‘politika yolculuğu’ geliyor. İnsan nefsinin en iyi sınandığı alanlardan biridir politik mücadele. Ayrıca, eninde sonunda iktidar, erk, güç, kuvvet gibi kavramlar, tam da biraz önceki soruların cevaplarıyla yüzleşilebilecek nadide yerlerdir. Kahramanımızın (Kemal Güner’in) yaşadığı bu yolculuk ve beraberindeki hesaplaşma, kendi içinde belki de yüzleşmekten çekindiği ‘gerçek yüzüyle’ de karşılaşmasına vesile oluyor. Dağılıyor sonunda. Ama belki de bir puzzle gibi yeniden parçalarını toplamaya çalışıp kendini tamamladığında, ‘daha doğru bir Kemal Güner’ çıkabilir ortaya. Psikanaliz süreçleri de böyledir. Eğri büğrü duvarı yıkıp yerdeki tuğlalarla yeni baştan öreceksin duvarı…”

İki haftalık, adına ‘demokrasi şöleni’ denilse de öyle olmadığını bildiğimiz maratonda 30 ilçe başkanı, yönetim kurulu üyeleri ve il kongre delegelerini belirleyen CHP’de, perde arkasında yaşananlar/yaşatılanlar hakikaten bünyelere onulmaz yaralar açtıracak boyuttaydı. İçinde bu kadar çirkinlik barındıran ve adına demokrasi yarışı denen şey demokrasiyse eğer, ‘almayayım kalsın’ dedirtecek kirlilikteydi. Sevdiğiniz bir yemeğin kir pas içindeki bir mutfakta, hiçbir hijyen kuralına uymaksızın çapacul bir gayretkeşlikle hazırlanıp… Sonra da şık bir tabakla, “Bütün adaylarımızla birlikte el eleydik. CHP için her zaman birliktelik içinde belediyelerimizle, ilçelerimizle, kadın ve gençlik kollarımızla daima ele ele olacağız. Bu kongre süreci bir milattır. Bu kongrelerden sonra il kongremizi ve kurultayımızı gerçekleştirerek bütün partililerimizle birlikte çok güzel şeyler yapmak için, umut yeşertme mücadelesi vereceğiz” sunumuyla önümüze gelmesine itiraz etmez… İştahla o yemeği yemeyi sürdürürsek, etrafımızda dönüp duran ve dünyanın en ciddi işiymiş gibi oynanan siyaset oyunun aslında o kadar trajikomik ve gerçek dışı olduğunu görmez/kabul etmezsek eğer, bu coğrafyada daha çok bekleriz demokrasiyi diyebiliyorum ancak…

‘Eğri büğrü duvarı yıkıp yerdeki tuğlalarla yeni baştan örmedikçe duvarı…’

Sağ siyasetin pençesindeki ‘ileri demokrasi’de daha çooook zamanlar, kul olmayı sürdürürüz kuşaklar boyu yazık ki...