GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
14 Ocak 2013 Pazartesi

Tespih taneleri gibi…

Sevgili Pakize Sükan arayıp da 500. sayıya ulaşan DİVA için eski genel yayın yönetmeni olarak bir yazı yazmamı istemeseydi, kuşkusuz bugün burada günlük genel/geçer mevzularımızdan biri üzerine üç/beş laf ediyor olacaktım. Olmadı, takılı kaldım.
Yakalandığım mesleki fırtınalardan kaçıp sığındığım ‘liman’ olmuş, kayığım battığında bana simit atıp hayatta/ayakta kalmamı sağlamış, ömrün keyifli/renkli yanları da olduğunu hatırlatan bir dergiye…
‘Renkli’… Çok klişe olacak ama ‘keyifli’ bir yazı yazmak iste(r)dim çünkü.
Ama yazamadım.
Bu aralar… Ölüm çok canımı yaktığından, karanlık bir girdap gibi geliyor hayat bana. Aniden, ara ara varlığımı, ruhumu da kendisiyle beraber dibe çekiyor.
Gündem dışı bir yazı yazsaydım, kelimeler ne yapıp edip içimdeki karanlığa değecekti; biliyorum.
O da Diva’ya/500. sayısına yakışmayacaktı. Af diledim, pas geçtim.
 
Her ne kadar kendi kişisel dünyamda zor günlerden geçiyor olsam da dostların/arkadaşların da onlarla yaptığımız sohbetlerin de tadı yok bu aralar.
Eski gırgır/şamatalarımız sanki çok uzak anılar gibi. Bir sürü tuhaflıktan söz ediyoruz sürekli. Başka şeyler konuşamıyoruz; arada son okuduğumuz kitaplardan/son gittiğimiz filmlerden yola çıksak da, o yol eninde sonunda bizi yaşadığımız günlere çıkartıyor.
Öyle çok sorun ardı ardına sıralanınca da…
Gönlümüz kararıyor. Dolayısıyla yazı da…
 
Herkes ayrı ayrı sorunlardan söz açsa da ortak olan insanların giderek bencilleştiği, sanki bu hayatta ‘sadece o varmış gibi’ davrandığı, giderek daha çok insanın ‘benden sonra tufan’ mantığıyla hareket ettiği örnekler üzerinde birleşiyoruz.
Şiddetin/vahşetin ne kadar sıradanlaştığını, kadınların sokak ortalarında sapır sapır öldürülüşlerini izlediğimizi,
Ne çok gencin ölümüne tanıklık ettirildiğimizi,
İnsanların içine düştüğü sefaleti, işsizliği,
Ama bütün bu sıkıntılarla birlikte toplumda giderek yükselen duyarsızlığı, ‘bana ne’ciliği, giderek çoğalan boş bakışları konuşuyoruz.
Sorunlar çözül(e)mediği için mi acaba, daha çok ben/ben/ben demeye başladık?
Onun için mi ‘bana ne, ben kendime bakarım’a abone olduk?
Toplumsal sorunların içinde ezilip yok olmamak mı derdimiz?
Haksızlık/adaletsizlik çok artınca… İnsanlar başkalarının uğradığı haksızlıklarla uğraşmaya güç bulamadıkları için mi?
Umutlar azalınca mı artıyor bencillik?
Bizi biz yapan, birbirimize bağlayan çimento giderek dağıldığından/un ufak olmaya yüz tuttuğundan mı tespih taneleri gibi dağılışımız?
Kendi hayatını kurtarma telaşı, bir hastalık gibi yayıldığından mı?
 
 
Giderek çölleşen medyada, beni, ‘ne yazmış acaba’ diye merak ettiren birkaç yazardan biri, Sanem Altan, epey önce bir yazısında
“Sanki birisinin ‘herkes başının çaresine baksın’ diye bağırdığı batan bir gemideyiz.
Bir okyanusun ortasında kimse ‘başının çaresine’ bakamaz.
Çare gemiyi kurtarmak.
Ama geminin kurtulacağına olan inanç bitmişse ne yapacağız?
O inancı bu toplum yeniden yaratamazsa kurtuluş zor gözüküyor bana.
Bence ilk işimiz o inancı yeniden yaratmak olmalı…
Ama o inancı yaratacak olanlar herkesten önce o inancı yok ediyorsa ne yapacağız?
Hepimizi çaresiz kılan soru da bu işte” diyordu.
 
Umutsuz değilim ama Sanem Altan gibi ben de kendimi bazen çaresiz hissediyorum işte böyle.
Ve böyle durumlarda size sığınıyorum. Önce yazıya, sonra size…

Anlaşılmıştır umarım.