GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
2 Ocak 2013 Çarşamba

Televizyonlara, başkanlara ve İzmir Valisi’ne dair…

BİR TESPİT
2012’yi evde, televizyon karşısında ‘başka hayatları’ izleyerek karşılayanlar grubundaydım ben de.
Yılın son ayında ölüm vurgunuyla sarsılmış biri olarak beklentim ‘eğlenmek’ değildi elbet de… Hiç değilse zihnimdeki düşünceleri kısa süreliğine ‘dondurabilecek’ ya da başka yöne kaydıracak bir şeyler arayıp durdum. Ama ne mümkün!
Kiminde eğlence adı altında zırvalık, kiminde zıvanadan çıkmış yarışmaların yılbaşı versiyonları, kiminde piyango çekilişi, kiminde tartışma programı, kiminde de kimin izlediği meçhul diziler.
Ne coşku, ne yaratıcılık, ne özen.
Geçmişte kıyasıya rekabet eden televizyonlar, bu yıl rekabet yerine ‘uyuklama’ modunu seçmişler.
Neden acaba?
‘Yılbaşı kutlaması gavur icadıdır’ anlayışına teslim olduklarından, ‘Noel ile yeni yılı karıştıranlar’a karıştıklarından olmasın?
O kanaldan bu kanala geçip dururken ‘bu ne ruhsuzluktur’ diye mırıldana mırıldana geçtim uyku moduna ben de …
 
BİR UYARI
Yeni yılın ilk haberleri arasındaydı ‘Yeni yılı fakir sofralarında karşılayanlar…’
Yüzümü kızartan, yeni yılın fakir sofralarında karşılanması değildi elbet; bunların yine haber yapılıp medyaya servis edilmesiydi.
Yani, ‘bakın biz ne kadar halkçıyız, yoksuldan yanayız. Aslında 5 yıldızlı bir otelde şampanyalı bir gece geçirecekken, lütfettik, bir gecekonduda yoksul bir aileyi şereflendirdik’ mesajının göze kulağa sokulmasıydı.
Kimse kusura bakmasın ama bunun adı halkçılık değil, elitistliktir.
Bunun adı alçak gönüllülük değil, aşağılamadır; “Bakın ben ne yüce bir kişiyim” demenin, narsistliğin medyatik tanımıdır.
Bu yapılanın, yoksul öğrencileri tek sıra dizip ellerine birer çanta/ayakkabı/vs. vererek o çocukları afişe etmekten farkı yoktur..
Bir belediye başkanının (ya da yüce bir kamu görevlisinin/siyasetçinin) yılbaşına yoksul/kimsesiz bir evde girmesi, elindekini/gönlündeki paylaşması; elbette güzelden de ötedir.
Sofralarını şenlendirmek, hediyelerle gönüllerini almak, umut/sevgi dağıtmak, dayanışmanın unutulmadığını göstermek insanlık örneğidir.
Ama bunun olmazsa olmazı/şartı, reklam yapmamaktır.
Sadece siz ve o ziyaret ettiğiniz ev ahalisinin bileceği bir iyilikten/hoşluktan/sürprizden bahsediyorum.
Paylaşmayı, medyayla paylaşmak olarak görmüyorum.
‘Bir elin verdiğini öteki el bilmeyecek’ öğretimize ne oldu bizim?
Ayıbı ne zaman unuttuk biz?
Umarım siyasetçilerimiz, (siyasetle hiçbir ilgisi olmayan) bu insani uyarıyı dikkate alırlar da bir yıl sonra 2013’ü kovalarken, aynı tatsız duyguyu biz izleyenlere yaşatmazlar.
Umarım ‘empati’nin afilli bir sözcük değil de ‘başkasının yerine kendini koyarak hissetme’ olduğunu hatırlarlar.
Sözcükler yeterli değilse…
O gecenin fotoğraflarını dikkatle inceleyip ellerini kollarını nereye koyacaklarını şaşırmış/mahcup gülümseyen ev sahiplerinin beden dillerine baksınlar lütfen.
Ne anlatmak istediğimi, daha iyi anlayabileceklerdir…
 
BİR DERS
2013’ün ilk dersini, İzmir Valisi Sayın Cahit Kıraç’tan aldım desem, muhtemelen bu köşenin takipçileri şaşıracaktır. Kaldı ki kendim de şaşırdım.
Çünkü Ege Tv’deki ‘Söz Meclisten İçeri’ programında konuğumuz olan Sayın Kıraç’la sohbete başlayıncaya kadar, çoğunuz gibi ben de ön yargılara sahiptim.
Mesafeli, gergin ve resmi dille konuşan bir konukla resmiyetin ötesine nasıl geçilebileceğinin endişesi/sıkıntısı içinde; İzmir’de 6. yılını dolduracak Sayın Kıraç’la ilk kez (ve de canlı yayında) sohbet edecek olmanın huzursuzluğunu yaşıyordum.
İlk şaşkınlığı program öncesi kısa sohbette yaşadım; ‘istediğiniz konuda sorabilirsiniz, rahat olun’ cümlesinde.
Sakın ‘ne var ki bunda? Olması gereken zaten bu değil midir?’ demeyin.
Bunca yıllık gazetecilikte (hele ki son yıllarda!) karşılaştığım örnekleri sıralayacak değilim.
 
Program başladığında, karşılıklı gerginlik doruktaydı.
1.5 saatlik programın ilk dilimi; Ümit, Nedim ve benim, konuğumuzla dar alanda yaptığımız kısa paslaşmalarla geçti.
İkinci yarıda ise hem biz, hem Sayın Kıraç ısınmıştı, üçüncü ve son bölüm, finale yakıştı...
Sayın Kıraç’ın çöp, Çernobil, kentin asayiş ve trafiğiyle ilgili cevapları (süre nedeniyle) kısa ama etkiliydi.
Ama en etkilisi…
Bayrak krizi dedik, cevapladı.
Kubilay’ın yıl dönümlerine neden katılmadığını sorduk, söyledi.
‘Devletin valisi’ ile ‘iktidarın valisi’ olmak arasındaki çizgiyi hatırlattık, anlattı.
 
Üç kritik soruya verdiği cevaplardan tatmin olabilirsiniz/olmayabilirsiniz, doyurucu ya da yetersiz bulabilirsiniz; cevapları, herkes ‘kendi bildikleriyle’ farklı yorumlayabilir.
Burada benim için kriter, sayın Kıraç’ın ‘bir politikacı’ değil, ‘bir kamu görevlisi’ olmasına karşın ‘her soruyu sorabilirsiniz’ açıklığına sahip olması ve dediği gibi de her sorumuza yanıt vermesidir.
Oysa beklediğim (yani önyargım), ‘bazı soruların sorulmasını istemediğini’ basın danışmanı aracılığıyla ya da bizzat kendisinin lisan-ı münasiple dile getirileceğiydi.
Sergilediği demokrat/cesur tutum, bu yargımı kırıp attı.
EXPO’yla ilgili coşkusundan ve İzmir’e olan sevgisini samimiyetle hissettirmesinden,
İzmirlilerin itirazcı kimliğinden şikayetçi değil memnun olduğunu dile getirmesinden de bir İzmirli olarak müthiş keyiflendiğimi söylemeliyim.
 
2013’ün ilk gününde/ilk programında,
Önyargıları kırıp atmanın tek yolunun birbirimizi dinlemekten ve anlamaya çalışmaktan geçtiğini,
Aynı fikirleri paylaşmasak da konuşmanın en etkili yol ve ‘insanlığın tek kozu’ olduğunu bir kez daha anlamaktan mutluyum.
Hataya açık bir meslek olan gazetecilikte ve kutuplaşmanın dibine kadar yaşandığı ülkemizde; bu evrensel insani ilke ne kadar sık hatırlansa/altı çizilse, o kadar iyidir diye düşünüyorum...