GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
12 Eylül 2013 Perşembe

Erdal Eren mi demiştiniz Sayın Başbakan…

“Yorgun/küs/hülyalı gözlerle siyah beyaz fotoğraflarından bakan” o çocuğu, biz bilirdik elbet. 12 Eylül’ün örtbas edilmiş zulümlerden biriydi nihayetinde, o ünlü ‘asmayalım da besleyelim mi’ cümlesinin nesnesi.
Annesi 18 yaşını göremeden asılan evladını hala 17 yaşındaki haliyle hatırlarken, Başbakan’ımız da hatırlamış, bilmeyenlere hatırlatmıştı Erdal Eren’i birbenbire, 3 yıl önce partisinin meclis grubunda.
"Şu anda anlatacaklarım belki biraz farklı olacak. Yakın siyasi tarihi ama trajik bir siyasi tarihi önünüze getireceğim. Bu dram olacak ama getirmek zorundayım" demişti.
Sesi titremiş, konuşmakta zorlanmıştı.
Önce 12 Eylül’de idam edilen Necdet Adalı’dan bahsetmiş, onun yakalanışı ve mahkeme sürecini özetlemiş, sonra da Nevzat Çelik’in Metris’te yazdığı, Ahmet Kaya bestesiyle ünlenen Şafak Türküsü şiirinden bir bölüm okumuştu.
 'Beni burada arama anne/Kapıda adımı sorma/Saçlarına yıldız düşmüş/Koparma anne/Ağlama/Kaç zamandır yüzüm tıraşlı/gözlerim şafak bekledim/uzarken ellerim kulağım kirişte/ölümü özledim anne/yaşamak isterken delice...'
 
Titreyen sesiyle devam etmişti Başbakan:
“12 Eylülcüler, kendi ifadeleriyle asılan bir solcuyla denge kurmak için bir de sağcı idam etmek istediler. Adalı’dan sadece birkaç saat sonra 22 yaşında bir genç, Mustafa Pehlivanoğlu darağacına yürüdü. Ailesi, infazdan üç gün sonra çocuklarını ziyarete geldiğinde, idam edildiğini öğrendiler. Mustafa’dan geriye şu satırlar kaldı:
Sevgili anneciğim ve babacığım, sizler beni bu yaşa kadar büyüttünüz ve yetiştirdiniz.(...) Eğer benim günahım varsa, cenabı Allah’ın huzurunda çekmeye hazırım. Yok bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah’tan bulsunlar. Anne sizlerle helalleşmek isterdim fakat olmadı, hakkım varsa hepinize helal olsun, siz de helal edin Son olarak ağbime, yengeme, (ağlamaktan konuşamadı) yeğenime, bacıma selam eder, haklarını helal etmelerini dilerim. Nişanlıma da selam eder, (hıçkırarak) cenabı Allah’ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim.'
Bir başka isim Erdal Eren oldu. 17 yaşındayken tutuklandı, 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde 18 yaşından küçük olmasına rağmen idam edildi.
14 Mayıs 1987’de Hüseyin Kurumahmutoğlu, sabah namazını kılarken, başına vurulan dipçik darbesiyle Mamak Cezaevi'nde genç yaşında dünyaya veda etti.
Bu zulümlerin, işkencelerin, insanlık dışı uygulamaların en yakın şahitlerinden, mağdurlarından biri de Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay idi. 12 Eylülde hapisteyken, vefat eden babasının cenazesine bile katılamadı.”
 
Başbakan Erdoğan’ın “Bir daha 12 Eylüller yaşanmasın diye onunla hesaplaşmamız lazım. Geçmişin yanlışlarıyla yüzleşmeden daha aydınlık bir gelecek kuramayız” dediği, anayasa değişikliği paketinde en çok "12 Eylül'le yüzleşmek" temasını ön plana çıkarıp darbe döneminde idam edilen gençleri gözyaşlarıyla anmasının, gerçekleştirilen hukuk ihlallerini hatırlatmasının üzerinden 3 yıl…
12 Eylül’ün üzerinden 33 yıl geçti.
Ne değişti?
12 Eylül’ün yasaları yerli yerinde.
Analar ağıt yakıyor hala kendinden önce ölen çocuklarına.
18 yaşındaki Medeni’ye, 19 yaşındaki Ali İsmail’e, 20 yaşındaki Mehmet’e, 22 yaşındaki Abdullah Cömert’e, 26 yaşındaki Ethem’e, 27 yaşındaki Mustafa’ya, ‘damdan düştüğü ispat edilmeye çalışılan’ 22 yaşındaki Ahmet’e.
Oysa bugün Başbakan demiş ki; “Tek şey tanıyoruz. İnsan mutluluğu. İnsan sağlığı.”
Kastı bu mu?
Evet oyu verilmesini isterken ağladığı Eren, Hüseyin, Necdet, Mustafa; hesaplaştığını/yüzleştiğini söylediği 12 Eylül’de öldürülmüştü.
Abdullah, Ethem, Mustafa, Medeni, Ali İsmail, Mehmet, Ahmet de Haziran’dan bu yana toprağa düşen gençler.
Başbakan’ın “76 milyonun bir ve beraber yaşayabileceği, birbirinin hukukuna saygı duyacağı, birbirinin özgürlüklerine, birbirinin yaşam tarzlarına hürmet göstereceği bir Türkiye istiyor ve bunu inşa ediyoruz” dediği bugünün Türkiye’sinde; inşa edilirken imha edilen gençleri…
 
Bilir misiniz…
 “… bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
adı başka sesi başka nice yaşıtım
koynunda çiçekler
çiçekler içinde bir ülke getirirler
başlarını koymak için yorgun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne” dizeleriyle biter “Şafak Türküsü” şiiri. Ağlata ağlata, kanırta kanırta ama umutla!
Bir gün bu zulüm de bitecek.
“Çiçekler içinde bir ülke” hayali ise hiç bitmeyecek…
Bir gün gelecek, biri de başbakanın ilk dizelerini okuduğu şiirin, bu ‘son’ dizelerini okuyacak…
İçimiz kararsa da… bazen bir arpa boyu bile yol almadığımızı düşünsek de… Umudumuz kararmasın yeter ki.