GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
2 Eylül 2013 Pazartesi

Gömülmenin neresinden dönsek kârdır

Zevksiz, ucube/çirkin/sonradangörme/mimar kör müymüş dedirten yapılarla çevrili dört yanımız.
Oturduğunuz evde eğer gözleriniz bir parka, denize, ırmağa ya da belki de bir dağa bakıyorsa, ne ala… Bu, ya çok şanslısınız veya seçiciciler kulübü üyelerindensiniz demek…
Yok eğer… Gözleriniz pencereye çevrildiği an muhtemelen içinde oturduğunuz apartmanın bir benzeriyle kesişiyorsanız, her sabah uyandığınızda ya da dışarıdan eve girdiğinizde camı/perdeyi açarken/kapatırken karşılaştığınız görüntü iç karartıcı/somurtuk/ruhsuz/karaktersiz bir dizi benzer binaysa; vay halinize. O kara, çoğu birbirinden ucube binalara baka baka kararmamanız, göğüs kafesinizin sıkışmaması, kendinizi nefes alamaz gibi hissetmemeniz, neredeyse mümkün değil.
Türkiye’de yapı sektörünün duayenlerinden Mimar Doğan Hasol daha da ileri gidiyor bu konuda ve ‘kötü binada iyi insan yetişmez’e kadar vardırıyor iddiasını. Medar-ı iftiharımız  Mimar Hasol, bakın içinde yaşadığımız şehirler/binalar için neler diyor?
 
“(…) Romalı Mimar Vitruvius, 2000 yıl önce yazdı: ‘Bir binanın üç özelliği olmalı: Sağlamlık, kullanışlılık, estetik.’ Bu nitelikler, şehrin bütünü için de lüzumludur. Aksi takdirde iyi binalar hayati çelişkilerin simgelerine dönüşür. Mimari, kente karakter temin eder. Sadece sembol yapılar (Kabe, Eiffel Kulesi, Hürriyet Abidesi…) değil, tüm yapılar şehrin temsilcisidir. Kente özgü kültürün ya da canlılığına ya da can çekişmesine etki eder. Mimari bütünlük, insani yakınlığı, duygu birliğini mümkün kılar. ‘Yapısal’ ortak paydadan mahrum bir muhitte insanların aşkları kısa sürer, kavgaları uzun.
Mimari, şehirlerde yaşayanların rollerini belirler, onları yönlendirir. Yozlaşmış bir yığın mıyız, bireylerden müteşekkil bir toplum mu? Bu, mimariye bakar. Herhangi bir kentin panoramik fotoğrafını inceleyerek orada oturanların ekonomik, psikolojik, eğitimsel… her türlü durumunu anlayabiliriz. Kentte meydan yoksa, demokrasi gelişmez. Kaldırımlar darsa, bireye saygı kıttır. Yapılar çok katlıysa, kanser yaygındır. Çünkü komşuluk ölmüştür. Binalar insanlardan uzun yaşar.
Tapusu kimde olursa olsun her bina şehirdeki herkesindir. Çünkü manzaranın değişmez bir parçasıdır. İçinde barınmasan da yapının yüzüne bakarsın. Somurtkan yapılar, şehir hayatının tadını kaçırır. İyi bir bina yaptığınızda evlatlarınıza, torunlarınıza ve de komşularınıza harika bir hediye sunmuş olursunuz. Kötü bina yaparsanız, gelecek nesilleri de hasta eder, kronik depresyona sürüklersiniz.
Eğitim kalitesini artırmada, en az maliyetle en etkili sonuç, okul binalarının ve bahçelerinin estetikleştirilmesiyle elde edilir. Bahçesi çölleşmiş, cezaevi benzeri okullarda öğretmenler şefkatli, öğrenciler mutlu olamaz. Bahçeler dünyevi eserler olan binaların cennetle bağını kurar. Bahçesiz evden çıkan cenaze cennete gidebilir mi? Ha? Bahçe bir binanın asıl manzarasıdır.
Saklanmak için ideal yerleşimler olan metropoller, kaçaklar için tasarlanmış gibidir. Çünkü insanları birbirinden yalıtır, koparır, ayırır. Dolayısıyla bir tür cezaevi işlevi de görürler. Büyük şehirlerde mukimsen, ya kaçaksın ya da mahkum.”
*
Şehirlerimizdeki çirkinliğin tek mimarı; inşaat odaklı büyüme stratejisi seçen, (verilere göre) 10 yılda 1 milyar metrekarelik ruhsata imza atan AKP iktidarı değil elbet. İzmir’in Kordon’unun, Karşıyaka sahilinin betonla çerçevelenmesi yıllar öncesine ait mesela ve o dönemin matbuatı, bizlere yapılanların alkışlarla karşılandığını, şimdi katliam olarak gördüğümüz mimari cinayetleri o dönemlerde ‘modernleşmek’ diye algıladığımızı gösteriyor. Şehirlerimizdeki anormallikten tek başına bu hükümet sorumlu olmasa da son 12 yılda kat ettikleri/katlettikleri yol, az buz değil. Özellikle İstanbul’da işlenen seri şehircilik cinayetlerinin insanları cinnet noktasına getirdiği de sır değil. Belki de bu yüzden bir merdivenin gökkuşağı renklerine boyanması insanları sevindirik yapıp, griye boyandığında da isyankarlaştırıyor olamaz mı? Gökkuşağı merdivenlerin Ankara’ya, İzmir’e, Diyarbakır’a sıçramasının, merdivenleri kopyalamanın tek açıklaması sadece ‘iktidar inadı’ mıdır? ‘Beton cinneti’nin, insan eliyle şehirlerde yaratılan hapishanelerin, ruhumuzda yarattığı sıkışmaya katlanamayışımızın hiç mi payı yoktur? Renk/estetik/farklılık isteklerini, sadece ve sadece ‘Gezi’yi devam ettirmek’le açıklamak kolaycılık, hatta şehirlerin bugünkü asap bozucu hallerini inkar etmeye götürmez mi bizi? 
 
Ortalık İzmir’de aday adaylarının başvurularıyla kaynarken, Aziz Kocaoğlu’nun adaylık başvurusu yapıp yapmayacağı, CHP’nin onu aday gösterip göstermeyeceği papatya falına dönüşmüşken mimariden bahsediyorsam eğer… Sebebi Doğan Hasol’dur. O’nun “Mimari üzerine düşünmek, bizi ideolojik obsesyonlardan kurtarır. Kim ki mimariyi dert ediyor, kavgayı değil aşkı seçiyor demektir, (Aşıklar pembe panjurlu evi aşıp bir aşk şehri hayal etmeliler.) Mimari bilmeden şehirli olunmaz. Sosyalist, özgürlükçü, dindar, muhafazakar, milliyetçi… de olunmaz. Bu yüzden enkazda yankılanan kuru gürültü dinmiyor. Gömülmenin neresinden dönsek kardır” sözleridir.
Bugünlerde ideolojik obsesyonlardan azıcık olsun uzaklaşmak, enkazda yankılanan kuru gürültülere biraz olsun kulak kapayabilmek, nereden baksanız yanımıza kâr. Ben de bencileyin kâr payımı kullandım bugün… Kavgayı değil, aşkı seçtim. Hiç değilse bir yazılık…
 
* * *
(BİR ÖNERİ: Doğan Hasol’un 1999 seçimleri öncesi gündeme getirdiği, 2004 yılında da tekrarladığı ‘belediye başkanı andı’ için sevgili meslektaşım Ünal Ersözlü’nün Egeli Sabah’ta yayınlanmış 22 Ağustos 2013 tarihli yazısına göz atmanızı da tavsiye ediyorum. Hem seçecekler, hem de seçilmeye talip olanlar için faydalı olur kanısındayım. Elbet gönlü olana!)