GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
24 Mayıs 2013 Cuma

Ayın şavkı, yıldızlar, On Gözlü Köprü, Dicle şahittir ki…

Aras, Zap, Fırat ile birlikte cennetin dört nehrinden biri, bir inanışa göre ‘Allah’a giden yol’ olarak bilinen Dicle’nin üzerindeki On Gözlü Köprü'den dileklerini, ‘bu isteklerin Allah’a ulaşacağına ve Allah tarafından kabul göreceğine’ inanarak nehrin sularına bırakanlar, o kağıtlara neler yazmışlardı acaba?
İşten aştan, ulaşılamayan sevgiliden, başını sokacağı bir gözden evden, meyvesini yiyeceği bir avuç topraktan, bir nefeste doğumdan/eli ayağı düzgün bir evlattan,  tez zamanda evlilikten başka… Neler dileyip dibi görünmez akan bu suya atmışlardı?
Ve ‘olacak’ umudunu, kaç zaman beklemişlerdi bu kadim topraklarda…
Elini gösterip ‘şuncağız bir kemiğini bile bulamadım oğlumun defnedecek’ diyen Havva Ana’nın ‘oğlunun cesedini bulma’ duası nerede hangi zamanda denize dökülmüştü ya da dökülmeden eriyip kaybolmuştu?
 
Binlerce yıl çevresine kurulmuş uygarlıklara can vermiş Dicle’ye, On Gözlü Köprü’ye bakarken, hangisi denize kavuşmuş, hangisi eriyip yok olmuş dilekleri düşünürken soruyordum kendime.
Gül dallarına asılan kağıtlarda resmedilmiş dileklerden, sabah gün ışırken Ege’nin sularına bırakılan isteklerden, hayattan beklenilenlerden farklı ne vardı o kağıtlarda?
İşten, aştan, bir göz evden, kokusu içe çekilecek bir evlattan, tez zamanda karşılaşmak istenen bir eşten, kavuşmalardan… Farklı ne vardı?
Farklı dillerde yazılmış ama aynı Tanrı’dan beklenen dualarda beni/onu/bizi/onları ayrıştıran neydi?
 
Biri diğerine benzemez 190 kişi, Diyarbakır’ı; zihinlerindeki neredeyse tamamı ‘siyasetçilere ait dipnotları’ silerek, sadece kendine ve özlemlerine bakarak konuşabilseler/yazabilselerdi… Bu basit soruyu nasıl yanıtlardı acaba?
Dicle kıyısında, ayın şavkı altında saza değen tellerin, hiç anlamadıkları bir dilden dökülen Kürtçe sözlerin kalplerine dokunduğunu, o sızıların kendi sızılarını, hüzünlerini uyandırdığını, kalp ağrısının/ayrılığın/acının/hüznün her dilde aynı olduğunu cesaretle, bir çırpıda söyleyiverirler miydi?
‘İzmir mazeretsiz kent’ lafını çok sevenler olarak, ‘iyi de arkadaşım, peki bu ülkenin mazereti ne’ diye sorabilirler miydi?
Asurlulardan Urartulara, Medlerden Perslere, Romalılardan Bizanslılar, Mervanilerden Selçuklulara, Artuklulardan Eyyubilere, Akkoyunlulara, Osmanlı İmparatorlu’na kadar sicilinden geçen bütün kavimlerin varlığıyla, bugün büyük ölçüde ‘Kürt ve Müslümanı’ barındıran Diyarbakır’ın diğer hiçbir kimliği, dini, cemaati, inanç topluluğunu da ötekileştirmeyen, tarih boyunca yok saymayan bir yapısı olduğunu… Ve bu yapının, çoğunluğu ‘Türklerden ve Müslümanlardan’ oluşan İzmir’e ne kadar benzediğini söyleyebilirler miydi?
Şehri tanımaya çalışmanın, sokaklarında dolaşmanın, o havayı koklamanın, her dükkanda ‘başım gözüm üstüne’ diye karşılayan esnafla ayaküstü sohbetin bile, aramıza ekilmiş mesafeleri kısalttığına, İzmir kelimesinin bile nasıl bir coşku yarattığına, barış umutlarını katlayışına şahitliklerini dile getirirler miydi?
 
Dün sabah ışıklarıyla Diyarbakır’da başlayıp gece yarısı İzmir’de nihayet bulan gezinin öncesinde dillendirilen, uzun süre de devam edeceği çok belli olan tartışmaları, eleştirileri… İzmir’in Diyarbakır yolculuğunu, belli ki biz de sıkça yazılarımıza, televizyon programlarına konu edeceğiz.
Ve çok belli ki bu basit sorunun yanıtını, kalp haritasının ayrıntılarını değil; siyasetin oynak yol haritasında kimlerin başına neler gelip gelemeyeceğini, kimlerin oyun dışı yapılacağını/yapılmak isteneceğini arayacağız.
‘Leyleğin ömrü laklakla geçer’ misali, biz de o laklaklar üzerinden kalem oynatacağız.
Ama oynatmadan önce…
Henüz duygular taze ve kirlenmemişken, bilindik siyasiler henüz içlerindeki hasedi, kimi kalemler ‘bu geziye dair’ kin ve nefreti henüz ortaya dökmemişken,
Aziz Kocaoğlu’nun “Umuyorum ve diliyorum ki, bugün yaşadığımız süreç, ülkemizin barışına, kardeşliğine, dostluğuna, İzmirli ve Diyarbakırlı hemşerilerimizin birbirlerini, gelenek ve göreneklerini tanımasına, dostluklarının pekişmesine katkıda bulunur. Doğudan batıya, batıdan doğuya, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye herkes katılır ve hep birlikte, ülkemizin huzuru için, barış için, kardeşlik için, dostluk için bir köprü atmış oluruz” sözleri,
Cevaben Osman Baydemir’in, “Ayın şavkı, yıldızlar, On Gözlü Köprü ve Dicle nehri şahittir ki, sayın başkanım ve saygıdeğer delegasyon, bugün Diyarbakır'da bir iz bıraktınız. Ama o iz sadece Diyarbakır'ın burçlarında, sokaklarında değil. Diyarbakırlıların yüreğinde iz bıraktınız. Umuyorum ve diliyorum ki, Diyarbakırlı kardeşlerimiz de İzmir'den gelenlerin yüreğinde bir iz bırakmış olsun. Umuyorum ve diliyorum ki, yüreklerimiz bundan böyle daha da ortak çarpacak. Diyarbakır ile İzmir arasındaki köprü, bana göre 10 Gözlü Köprü'den daha sağlamdır. Diyarbakır ile İzmir arasındaki köprü, bana göre, 10 köprüden daha değerlidir. Çünkü bu köprünün adı, 'barış, kardeşlik, eşitlik ve birlikte yaşam' köprüsüdür. Emin olun ki, İzmir en iyi Diyarbakır'ı anlar ve Diyarbakır'ı en iyi İzmir anlar. İşte birbirini anlayanlar bugün burada buluştular, kucaklaştılar. Bu kucaklaşmanın daim olmasını diliyorum” cevabı, bir günlük gezinin final gecesi konuşmaları kelimesi kelimesine aklımdayken,
Diyarbakır’ı ‘kendimize ait’ hissediyorken…
Böyle yazmak istedim.
Bir de… ‘İzmir-Diyarbakır’ gezisiyle ‘kalplerin melezleşmesi’ için ilk cesur adımı atan Sayın Aziz Kocaoğlu’na,
Bu geziye katılıp ‘kalp haritası’na çok değerli katkı koyan herkese kalben teşekkürlerimi sunmak…
 
Gerisi laf-ı güzaf olsa da ‘meslek icabı’ laflamaya devam ederiz önümüzdeki günlerde.