GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
13 Ağustos 2011 Cumartesi

Yaşamaya dair

Nereye dönsem toplum!.. An geliyor, uygar dünya içimi daraltıyor. Çağdaş uygarlığın dünyasından firar etmek için karşı koyulması güç bir arzu benliğimi sarıyor.
Aynılaşan insanların boy gösterdiği anlamsız kalabalıklardan, görüntünün ve gürültünün bayağılığından kaçmak, uzaklara gitmek istiyorum.
Gel gör ki, 7/24 toplumsalım…
Çaresizlikten, “Depresyona girsem nasıl olur!” diye düşündüğüm bile oluyor…
 
Aidiyet duygum sıfır noktasına düştüğünde, şehrin kalabalıklarına yabancılaşan ‘Ben’in yalnızlığı ayyuka çıktığında, baş edilemez bir nihilist ortaya çıkarak ‘Ben’ ile ‘Öteki’nin arasına duvarlar örüyor.
 
Varlığımın karinesi “Hiçlik” iken, kamu düzeni “Ben”i önce uzamsal kılıyor, sonra da dizginliyor. Sosyal bilinç egoma karşı koyuyor, egomu bastırıyor ve önüme toplumsal aidiyetimin belgesini koyuyor:
Bir adet nüfus cüzdanı...
Devlet ve toplumun bir bakıma süper egoya yüklediği bu bastırma görevi sonucu, ilkel benlik toplumsallaşmaya hazır hale geliyor.
  
Aslında, alıp başımı gidecek toplum dışı bir yer yok. Üstelik,  sorun bedenimin yer değiştirmesiyle ilgili de değil… İki omzumun arasında taşıdığım o kafanın içindekileri beraberimde götürdükten sonra firarın anlamı ne!
Böyle anlarda Ütopya’nın önemini ve değerini canım yanarak hatırlıyorum.
 
Çağ, görüntü çağı. Gör ve görün. Yeni dünya düzeninde insanlar birbirine “gel görüşelim” demek yerine, “hadi görüntüleşelim” diyecekler. Yaygın röntgencilik mahremin sonunu getirdi. Gözetler ve gözetlenir olduk. Aleniyet ve aleladelik, görüntü ve gürültüye dayalı kültürün temel özellikleridir artık.
Görüntüler evreninde “Öteki” olmak, “Ben” ve “Öteki”nin aynılaşmasıdır.
Özdeş kimlikler ya da ekran interaktivitesinde ikiye katlanarak aynılaşmanın hazzı.
Sanal dünya sanki muğlak bir imkan sunuyor; 0’lar ve 1’lere karışmak… Yeni kuşaklar için iyi bir sığınak olabilir.
 
Müphemlik. Belki de en anlamlı sığınak. Modernite zaman ve mekan içinde bilinebilirliği sağladı. Hepimizi belli mekanlara kapatan, oralarda ne zaman, ne yapacağımızı bize öğreten ve bizi o mekanlarda gözaltında tutan uygarlıktan bunaldığımız yerde, ‘belirsiz olan’ bir imkan gibi sunuyor kendini.
 
Dolaylanmış ilişkilerin ve temsile yüklenmiş anlamın yabancılaştırdığı insan, gerçek ve sahici olandan uzaklaştığı ölçüde uygarlaştı.
Biliyorum ki, yabancının bakışıyla ve  sözüyle söylenmiş her şeydir uygarlık.
Bununla beraber, söz, kendi deneyimlerimden kopmadığım ölçüde ve bilincimin kendiliğindenliğine bağlı olarak benimdir.
Bu binyılda veya geçen binyılda, kah uygarlığın dışından kendi sözünü söylemek kah uygarlığın evreninden yabacının sözünü söylemek, paranoya değilse şizofrenidir.
 
Freud’a göre, “sürü halinden düzenli ve kurallı bir cemaate geçiş, ‘gerçekleşmiş suç’ ile mümkün olmuştur.” “Gurubun, dilin, tarihin doğuşuna yön veren suçtur.”
Kutsal kitaba göre ise, yeryüzünde sosyal yaşam, Adem ile Havva’nın işlediği o malum suç (ilk günah) üzerine “Cennetten Kovuluş” ile başlamıştır.
Habil ile Kabil ilk cinayet ve mülkiyet suçunu işlemiştir.
Ailenin, mülkiyetin, sosyal yaşamın, uygarlığın ve inancın kökeninde suç var.
İnsan kusurlu bir yaratık… Eksiklik ve yetersizlik bilinci böylece oluştu.
Aklıyla örtemediği kusurunu imana kuvvet…
 
Yaşamak böyle bir şey işte!