GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Ümit YALDIZ
YAZARLAR
24 Mayıs 2013 Cuma

Diyarbakır notları…

İzmir’den yaklaşık 200 kişilik bir heyetle Diyarbakır’a hareket etmeden önce kafamda onlarca soru işareti vardı. Ve de yılların birikimi önyargılar…
Katı, ulusalcı, milliyetçi bir bakış açısına sahip değilsem de zaman zaman ‘Verelim, kurtulalım…’ dediğim olmuştu Diyarbakır ve çevresi için… Yani gözden çıkarmışlığım…
Bir yanım ‘Hayır orası da bizim… Binyıllardır birlikteyiz, etle tırnağın ötesinde etle kemik olmuşuz’ dese de öbür yanım her şehit cenazesinden sonra azar ve ‘Kangren bir organ’ gibi görürdü Diyarbakır ve çevresini… Ve ‘Keselim, gitsin’ derdi. 
Tek taraflı, at gözlüklü bir bakış açısına sahip değildim oysa ki... Devletin de büyük hatalarla telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurduğunu biliyordum en azından. Köylerin boşaltılması, faili meçhuller, psikolojik işkenceler… En azından o hataların bir ‘OHAL nesli’ yarattığını biliyordum.
Kin, nefret tohumlarıyla büyüyen bir nesil…
Ama yine de ihanet mayınlarını, gece yarısı baskınlarını, silahsız/masum devlet memurlarını, sivil vatandaşları, Foça’daki köylüleri, dershaneden çıkan minik öğrencileri, bayramlık almaya giden çocukları hatta ana kucağındaki bebekleri hedef alan saldırılar kinimi, nefretimi körüklüyordu.
Bu kuralsız savaş, akıtılan kardeş kanı ruhumuzu alt üst etti yıllarca…
Derin travmalar yarattı. Bölündük, parçalandık.

Yaklaşık 3 yıl önce Cumhurbaşkanı Gül’ün ağzından çıkan‘açılım baklasını’ Habur ve Oslo gibi yol kazalarını dikkatle izlemiş… Ardından teröristbaşı Öcalan’ın merkezinde olduğu son süreci yakından izlemiş ve sürece değilse de yürütenlere muhalefet etmiştim.
Ki hala sürecin yönetimine dair eleştiri hakkım saklıdır.
Bana göre belirli bir kesimin gözünde ‘önder, lider’ de olsa bu ülkenin yüzde 70’i için hala ‘bebek katilinden’ başka bir şey olmayan Öcalan’ın merkezinde olduğu, magazinleşen ve de siyasallaşan süreç, amaçlanan noktaya ulaşmadan kesintiye uğrayacaktır.
Ve CHP’nin içinde olmadığı, MHP’nin bir biçimde onaylamadığı, en azından sessiz kalarak da olsa desteklemediği hiçbir ‘barış projesi’ toplumsal kabul görmeyecektir. Ve ilk olarak Deniz Baykal’ın işaret ettiği gibi ‘al gülüm-ver gülüm’ modelinden öteye geçmeyecektir.
Ayrıca Diyarbakır’a yüklenmek istenen misyona evveliyatından beri muhalefet edenlerdim.
AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer diyen Alman Yeşiller Partisi vekillerine de ifrit olmuştum yıllarca, Diyarbakır’a ‘eş başkent’ misyonu yüklemeye çalışan yerli/yabancı misyon şeflerine de tepki göstermiştim. Bana göre tüm bu misyon yükleme çabaları Diyarbakır’ı bizlerden uzaklaştırıyordu çünkü…
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun davetlisi olarak katıldığım günübirlik Diyarbakır ziyareti öncesi sürece ve bölgeye dair düşüncelerim aşağı yukarı böyleydi. Takdir edersiniz ki ‘kelebeğin ömrü kadar’ bir zamanda, ne yaşanmış olursa olsun, bu düşüncelerin değişmesi mümkün değildir.
İnanıyorum ki heyetteki 190 kişinin en az 150’si üç aşağı/beş yukarı bu duyguları taşıyordu. Çünkü Aziz Başkan, sabahın kör saati havalanan o uçağa İzmir’in tüm renklerini toplamayı başarmıştı.
Katı ulusalcı/milliyetçi fikirlerle donatılanlar da vardı aramızda ‘bayrak/cumhuriyet mitinglerinde’ ön saflarda olanlar da… Tabi ki liberal, açılımcılar da… AK Partililer, CHP’liler hatta MHP’liler… Beyaz Türkler, Museviler, Levantenler ve İzmirli Kürtler…
Yani İzmir’in dağlarında/ovalarında açan tüm çiçekler…
*
Baştan söyleyeyim ki ne maksatla olursa olsun, gelmeyenlerin yokluğu hissedilmedi. Çünkü gelenler, gelmeyenlerin boşluğunu ziyadesiyle doldurmuştu. Hatta gelmeyenlerin gerekçesi İzmir’in demokratik ikliminde çoktan kabul görmüştü. Hatta 20 belediye başkanı, onlarca odanın, derneğin, birliğin, cemaatin temsilcisiyle havalanan uçağa bir şey olması halinde ‘çeşitli mazeretlerle’ geride kalanların kente sahip çıkabileceği esprileri bile yapılmıştı yol boyunca.
*
Ve Diyarbakır havalimanına inildi. Benim gibi Diyarbakır’ı ilk kez görenler ilk şaşkınlığı burada yaşadı. Çünkü ‘askeri bir havalimanı’na inilmişti. Oysa ki bir coğrafyanın en büyük kentine gelinmişti. Belki zorunluluktu ama ne olursa olsun yine de sivil olmayan normal da olamazdı.
Yıllarca özellikle ‘olağanüstü halin’ hakim olduğu dönemde yerel halkın iç dünyasında ‘devletin’ karşılığı asker ve polis olmuştu. Yani namlu ve postal…
*
Askeri havalimanına inmiş olmanın şaşkınlığı kısa sürede karşılama kuyruğundaki güllerin kokusuna karışmıştı. Çünkü Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, sadece heyetin bir bölümüyle ilgilenmekle kalmamış, herkesin gözünün içine bakıp ellerini sıkmış, samimi bir ‘Hoşgeldiniz’in ardından ‘Şeref verdiniz’ derken elimize de kırmızı bir gülü tutuşturmuştu.
Askeri havalimanında gül almak kadar o gülü BDP’li Osman Baydemir’den almak da ironikti benim için. Ve zordu... Karşılama kuyruğunda sıramı arkadaki birkaç kişiye bırakmış olsam da gül alma sırası bana da geliyor, çaktırmadan sıvışma düşüncem boşta kalıyordu.
Ve o gülü bu düşüncelerle aldım. İlk olarak dikenlerini temizledim. Gülü sevsem de dikenine katlanmak istemiyordum. Dahası ‘barışçıl’ düşüncelerle geldiğimiz bu kentte bir damla da olsa kanımın akmasını...
Anadolu insanına özgü misafirperverliğin daha ilk dakikadan itibaren içimize işlediği Diyarbakır’da otobüslerle kent merkezine giderken bir pankart çekmişti dikkatimi… ‘Evine hoş geldin Metin Solak’ yazan pankartın o köprüye kim tarafından asıldığından çok Tokat Zileli olduğunu bildiğim Solak’ın Diyarbakır’la olan hemşerilik bağını merak etmiştim.
Kimi Çiğli’nin başkanı Solak’ın dedesinin Diyarbakırlı olduğunu iddia etse de gerçeği kısa sürede anladık. Solak, Dicle Üniversitesi mezunuydu ve sınıf arkadaşı olan Bağlar Belediye Başkanı ona jest yapmak istemişti.
Havalimanındaki bir önemli ayrıntı da İzmir heyetini karşılayanların arasında CHP’den üst düzey bir temsilin de olmasıydı. Süreç ya da açılımın gizli kahramanlarından Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, bütün bir gün boyunca heyeti bir an olsun yalnız bırakmazken, ona bazı bölümlerde eşlik eden süreç istifacısı Eski Genel Başkan Yardımcısı Gülseren Oranç ve İstanbul Milletvekili Melda Onur’un da eşlik etmesiydi.
CHP’nin açılımcı kanadı Kocaoğlu’nun önderliğinde kente gelen İzmir’i yalnız bırakmayarak, Kılıçdaroğlu’nun da bu geziye kayıtsız kalmadığını ortaya koyuyordu.
 *
İlk resmi program kentte son gününü geçiren Vali Mustafa Toprak’ın makamınaydı.
Türk Bayrağı’nın görüldüğü tek yer olan Valilik Makamı’na ancak 15 kişi alınacağından ‘bazılarının’ İzmir’in yeni valisiyle fotoğraf verme planı suya düşecek, bazıları da ‘Halil İbrahim Şenol’ gibi ‘bizim oğlan’ muamelesiyle kenara itilecekti. Diyarbakır’ın eski İzmir’in yeni valisi Mustafa Toprak’la ilk temasını kurmaya hazırlanan Başkan Kocaoğlu’nda az da olsa heyecan vardı. Kocaoğlu’nun ‘Sizi almaya geldik’ esprisiyle makamda başlayan muhabbet, kapısında biri T.C.’li öbürü T.C’siz iki tabela olan valilik binasında yeterince geniş salon olmadığından, kentin tiyatrosuna yönlendirilen heyetin üzerindeki yorgunluk, Vali Toprak’ın ‘dinamik’ konuşmasıyla dağılıyordu.
‘İzmir’in dinamiklerine’ gayet dinamik bir konuşma yapan Toprak, genç yaşı kadar heyecanı ve hatipliğiyle de dikkat çekiyordu. Seri konuşmasına hiç nefes almadan 3-4 dakika boyunca devam edebildiği gözlenen Vali Toprak’ın gözlerindeki ışıltının tek nedeni yeni görev yerinin tüm dinamiklerini karşısında görmek değildi muhtemelen. Yıllarca soğuk savaş yaşadığı kentteki son günü olması da bu ışıltının nedenlerinden biriydi tahminen.
Uğurladığımız Vali Kıraç’ın veda turlarındaki gözyaşlarına karşılık Toprak’ın gözündeki mutluluk parıltısı, çok şey anlatıyordu aslında... Valilikten ayrılıp bir diğer programa giderken Ulu Önder Atatürk’ün ‘Ne Mutlu Türküm diyene’ sözünün yazılı olduğu takın altından ikinci kez geçmemiz gerekmişti. Valiliğin hemen önünde olmasına rağmen son derece bakımsız, boyaları dökülmüş, yıpranmış olduğu gözlenen takın süreçle bağlantısını düşündüm. Ve takın başına da ‘çözüm sürecinin’ hemen başında Batman’daki büstün başına gelenlerin gelip gelmeyeceğini merak ettim.

Öğle yemeği programı son derece ilginçti. Çünkü masaların yarısında Diyarbakırlılar oturuyordu. Ziyaretin belki de en can alıcı bölümü benim için en çok bir saati aşmayan öğle yemeğiydi. Çünkü masamda 1980 darbesinin ardından işkenceleriyle önlü Diyarbakır cezaevini görmüş/yaşamış Gani bey, oğullarını dağda kaybetmiş Havva ve Leyla ana, halen iki oğlu dağda olduğunu öğrendiğim Kuyular Belde Belediye Başkanı Seyit Narin vardı.
Seyit Başkan eski bir SHP’liydi. Onunla CHP’nin yani solun bölgeden çekilme sürecini konuştuk. Tabi ki dağdaki çocuklarının yarınlarını… Anlattığına göre iki evladı da üniversite kapısından çıkmış dağa… Kesinlikle sormadan, izin/müsaade almadan… Süreçten umutlu ama çekinceleri var.
Başlarına bağladıkları beyaz, kenarları oyalı tülbendin (örtünün) barışı simgelediğini öğrendiğim Havva ve Leyla ana dağda bıraktıkları oğullarına için ağlarken barışı ağızlarından düşürmüyor.
Ama süreci yönetenlere ilişkin güvensizlik açıkça gözlerinden de sözlerinden de okunuyor.
Diyarbakır cezaevinin acı anılarıyla dolu Gani Bey’le 1980 askeri darbesinin sürece etkisini konuşuyoruz. Ona göre bugüne gelinirken yaşanan acıların her zerresinde darbenin etkisi var. Darbeci bakış açısının, demokrasiden uzaklaşışın, yasakların…
Yasaklar bölge insanını uzaklaştırdı, asileştirdi ona göre… Gerisi zaten kolaydı.
Seyit Başkan ise bölge insanının barışa duyduğu özlemi anlatıyor uzun uzun… Ve siyaseten bölgenin ‘diline/dinine’ açmazından kurtulması için solun bölgede etkin olması gerektiğini…
‘Biz hep solcuyduk. SHP’liydik. Tabi ki 1992’deki olaylarla başladı kopuş. Ama asıl 93’te Hikmet Çetin başbakan yardımcısıydı. Kendi ilçesi, köyü yakılmıştı. Bırakın müdahale etmeyi Diyarbakır’a giremeden Ankara’ya döndü. Bunları unutmadık tabi ki…’ diyordu.

Güzel olan aklımdaki her şeyi tüm çıplaklığıyla muhataplarına sorabilmemdi. Sadece ben değil masadaki herkes örneğin İZSİAD Başkanı Ayhan Baran ‘Kandil’dekiler ne olacak?’ diye sormuştu Kandil’de iki oğlu olan bir belediye başkanına…
Sürecin simge isimlerinden bir oğlu dağda öbürü askerde olan Sur Belediye Başkanı başka bir masada, heyetten başkalarının sorularını yanıtlıyordu o sırada.
İlginç sohbetin sonrasında masadan biraz şaşkın biraz da doygun olarak kalkmıştık.
Ve o meşhur pozun verildiği Şehir Tiyatrosu’nun salonuna doluşmuştuk. Başkan Kocaoğlu ile ev sahibi Baydemir’in Türkçe ve Kürtçe ‘Hoş geldiniz’ yazan sahnenin altında yan yana verdikleri poz ‘iade-i ziyaret’ olarak başlayan ama derinlerde çözüm sürecine sağlam göndermelerin yapıldığı geziyi başka bir boyuta taşıyordu.
Dahası ‘çözüm seyahatine’ dönüştürüyordu.
Aziz Başkan’ın sözlerine kendisini yalnız bırakmayanlara teşekkürle başlaması, gelmeyenlerin ‘yok’ yazıldığını ve de ‘yalnız bırakanlar’ listesine alındığını ortaya koyuyordu. Soru üzerine gelmeyenlerin ‘mazeretlerine’ gönderme yapsa da o kimin niçin gelmediğini iyi biliyordu.
Ve Osman Baydemir’in konuşması… Sürece uygundu. Sivri değildi. Akıcıydı. Ve ‘Çeşme adayı olmayı düşünüyorum. Sanıyorum Çeşme Belediye Başkanı bu nedenle gelmemiş’ diyecek kadar da espriliydi.
Halk dansları yani Ege Zeybeği…
Ve tabi ki Türkiye’nin ilk köy tiyatrosu Bademler’in harikalar yaratan, ustalara taş çıkaran oyuncuları… Susuz Yaz’la sadece İzmir’den gelenleri değil Diyarbakırlıları da ağlatmayı başardılar.
Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer farkını yine ortaya koymayı bilecekti. Bölge çiftçisinin kullandığı ve Mandalina poşusu olarak bilinen 300 poşuyla akılda kalan, manidar bir hamle yaparak.
Bir yandan Diyarbakır’ın yerlilerini gözleme/izlemeye çalışırken bir yandan da bizimkileri izliyordum. Aslında bizimkileri izlemek daha bile keyifliydi. Ve bizimkilerin ne amaçla geldiği hemen belli oluyordu. Kimi ‘benim gibi’ merakından kimi sürece inandığından, kimi Aziz Başkan’ı sevdiğinden, kimi de yok yazılmaktan tırstığından oradaydı. Ama kentteki manzara karşısında çoğunun refleksleri aynıydı.
Dengbej yani yerli ozanların Kürtçe deyişlerini dinlerken de gecenin sonunda barış halayına alkış tutarken de aynı İzmir vardı Diyarbakır’da…
Gecenin sonu demişken… Dicle’nin kenarında 10 gözlü köprünün yanında, yıldızların altında yenen veda yemeği… Müziğin evrenselliği kadar bizim olanın yakınlığıydı etkileyici olan…
Dicle'nin şahitliğinde barış mesajlarıyla süslü, şiirsel konuşmalarla örülen BDP’li Baydemir, CHP’li Kocaoğlu, AK Partili Çakar’ın kol kola, omuz omuza çektiği halayla taçlanan hatta kutsanan eşsiz bir gece... AK Partili Kenan Çakar’ın davetiyle halaya kalkan Kocaoğlu ve Baydemir’i yalnız bırakmayan İzmirliler… Onları da alkışlayan İzmirliler…
Masalardaki rakının/şarabın etkisi olamazdı bu büyünün nedeni…
Başka bir büyü kol geziyordu etrafta sanki… Berlin Duvarı’nın yıkılışı gibi aramızdaki karanlık duvarı yıkmıştık bir anda sanki…
Kara kedileri kovmuştuk. Ya da kara büyüyü bozmuştuk.
Yoktu önceki fotoğraflardaki rahatsız eden detaylar… BDP’lilerin sinir bozucu İmralı turlarından da Kandil’dekilerin haddi aşan, sinirleri geren demeçlerinden de, yıllarca kan dökmüşlerin gevrek gevrek pozlarla objektiflere el sallayışlarından da siyasetçilerin ‘oy kaygısı’ taşıyan hamlelerinden de daha etkileyici bir adım atılmıştı.
Siyahla beyaz gibi birbirinin zıddı gibi görünen/gösterilen iki kent kol kola girmişti işte…
Diyarbakır’a giden heyetin başında Aziz Kocaoğlu vardı. İzmir’in seçilmiş başkanı…
Yanında neredeyse İzmir’in tüm renkleri, desenleri…
Mesaj yerine ulaşmıştı.
Gün boyunca sivil polislerin, zırhlı askeri araçların adım adım takip ettiği sivil gezi içinden geçtiğimiz çözüm sürecindeki en doğru adımlardan biriydi.
Diyarbakır’ın surlarında turlarken, sokaklarındaki insanların gözlerindeki meraklı bakışı süzerken bir an kısa süre önce bu kente çıkarma yapan AK Parti Milletvekili Rıfat Sait geldi aklıma.
Bazı adımlarını, demeçlerini eleştirsem de Sait’in ne kadar doğru bir adım attığını teyit ettim içimden. 
Siyasete atılmadan önce İZSİAD Başkanı olduğu dönemde Baydemir’i İzmir’e davet eden ve deyim yerindeyse linç edilmekten zor kurtulan Milletvekili İlknur Denizli’nin ‘Kocaoğlu 64. Akil adamımız olmuştur’ sözünü düşündüm sonra. Haklıydı, belki de…
Kocaoğlu bu akil adımla ‘akil adam’ olduğunu ortaya koymuştu. Ama ilk 63’ü düşününce 64. olmayı içine sindiremeyebilirdi.
Sonuç olarak kısa ama etkileyici bir geziydi.
Sık sık resmi programdan kaytarıp Diyarbakır sokaklarında, yerlilerle sohbet etmeyi tercih ettim. Halk umutlu… Onları dinledikçe endişelerimizin de ortak olduğunu gördüm. Ki benim bu geziden çıkardığım ilk ve en önemli sonuç buydu. Benim en büyük endişem süreci idare edenlerin baltayı taşa vuran, otobüsü şarampole yuvarlayan hamleleriydi.
Bireysel oy kaygısıyla atılan adımlar, savaş diliyle sürdürülen barış süreci…
Başta şehit yakınları ve gazilerimiz olmak üzere 30 yıl boyunca ateşin düştüğü her ailenin hassasiyetlerini hiçe sayan demeçler, pozlar.
Korkum, tüm bu yanlışların çözüm sürecini çözümsüzlüğe mahkûm edeceğiydi.
Diyarbakırlılar da aynı endişeyi taşıyor. ABD’nin ilk kez sürecin arkasında olmasının tarihi bir fırsat olduğunu, bu fırsatın siyasetçilerin inisiyatifine bırakılmayacak kadar önemli olduğunu hatırlatan Diyarbakırlılar, halkın değişen iklimin tadını aldığını, bölgede ilk kez istihdamdan, yatırımdan söz edildiğini, kentten 90 gündür tek bir cenazenin kalkmadığını ve de tek bir cenazenin gelmediğini, bu iklimin bozulması halinde halkın gerek PKK’ya, BDP’ye gerekse de AK Parti’ye bunun faturasını ödeteceğini söylüyorlar.
Bölgedeki 13 ilde 3 bin kişi üzerinde yapılan ve bizim kente gittiğimiz gün gazetelerin manşetine çıkan bir araştırmayı hatırlatan Diyarbakırlılar; ‘CHP’yi yüzde 88 MHP’yi de yüzde 94 oranında sürecin önündeki engel olarak’ tanımlıyor.
CHP ile MHP arasındaki farka dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani Diyarbakır’dan, Hakkari’den bakıldığında MHP ile CHP arasında sadece 5 puanlık farkın olmasına…
Sonuç mu istiyorsunuz?
Aziz Kocaoğlu yanında tüm İzmir’i götürerek sadece kenti değil partisini de ‘çözüm sürecinin’ parçası yapmayı başarmıştır. Başbakan Erdoğan ‘CHP sürecin dışında’ derken iki kez düşünecektir artık.
Ulusalcı kesimin önde gelen simalarının ‘koltuk kaygılı’ saldırılarına rağmen akl-ı selim kesimin desteğini arkasına alan Aziz Başkan, bu süreçte net bir fotoğraf veremeyen Kılıçdaroğlu’na da yol göstermiştir aslında. Ya da elini güçlendirmiştir. Kılıçdaroğlu’na düşense kalesi İzmir’in Diyarbakır çıkarmasını doğru okuyup, Erdoğan’a rağmen çözüm masasına oturmaktır. 
Çünkü dış konjonktürün de etkisiyle belirli bir noktaya gelen sürece bana göre halk el koymuştur artık.İnisiyatifi ele almıştır. Halkın önünde yürümeyi başaramayan siyaset adamlarının yarınlarda varolma şansı da giderek azalmaktadır. 
Halkın CHP'den beklentisi çözüm sürecinin sacayağını oluşturmaktır. İki ayak üzerinde durması mümkün olmayan sacın üçüncü ayağı olmasıdır ya da. 
Ve Kocaoğlu 200 kişilik Diyarbakır çıkarmasıyla sadece Türkiye’nin iki yakasını bir araya getirmekle kalmamış, aynı zamanda iki kentin birbirinin zıttı değil dostu olduğunu da hatırlatmıştır. Partisinin muğlak, flu duruşuna karşın gayet net bir adım atan Aziz Başkan, ‘çözüm’ fotoğrafıyla 2014'e de yatırım yapmıştır. Bilerek ya da bilmeyerek... İlk amacı bu olmasa da atılan her adımın siyasi bir karşılığı olacaktır. Kimilerine göre Aziz Başkan Kürtçe ‘Hoş geldiniz’ yazısının altında poz vererek ulusalcıların gözünde bitmiş, yerelde CHP’ye gelen MHP tabanlı oyları kaybetmiştir.

Bu düşünceye saygı duymakla beraber siyasetin matematiğinin bu kadar basit olmadığını hatırlatmak istiyorum. Siyasetin matematiğinde 2+2 her zaman dört etmez. Dahası hiçbir zaman etmez. Bazen 5, bazen 8 bazen de koca bir sıfır eder. Çünkü siyasetin matematiği çok bilinmeyenli bir denklemdir aslında. Sonuç alanlar bu denklemin her bilinmeyenini çözmek zorundadır.
Kocaoğlu’nun Diyarbakır çıkarması başta CHP örgütündeki Kürt kökenliler olmak üzere sürecin içinde olmak isteyen kesimleri rahatlatmıştır. Belirli bir kesimi rahatsız etmiş olsa da ‘diline/didine’ prensibinden AK Parti ve BDP’ye kayan hatta mahkum edilen kesimlerin de aklını karıştırmıştır. Hatta bir parça gönlünü çelmiştir.
Sonuçta gitmediğin yer senin değildir. Ve sıkılı yumruklarla toka yapılmaz.
Şimdilik bu kadar diyelim. İhtiyaca binaen devam edebiliriz. 

Tarihi ziyaretin bendeki izdüşümü böyle…