GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
20 Haziran 2013 Perşembe

Ataerkil mi, diktatör mü, 10. yıl hastası mı?

Bizim kuşağın sıkça attığı, tribünlerdeki taraftar gruplarının da bunu kendilerine (ve bulundukları stada) göre çevirip ‘Burası İnönü/Buradan çıkış yok’ diye revize ettikleri slogan misali, Gezi’den çıkamıyoruz.
Eylemler ‘dur’sa da, biber gazı stokları erimiş olsa da her konu, her soru, her sohbet başı ne olursa olsun eninde sonunda ‘Gezi’ye ulaşıyor…
Hem sorunu teşhis edip hem de sorunun çözümünü bulmuş olan dehalar hariç, bencileyin kafalar, sormaya, konuşmaya, yaşananların ideolojik, sosyolojik ve de psikolojik nedenleri/niçinleri/sonuçları üzerine kafa yormayı sürdürüyor.
Her ne kadar ezberler bozulsa, yeniyi adlandırmak zor ve yorucu olsa da Gezi refleksinin uzun vadede müthiş bir etki yaratacağı, toplumu dönüştüreceği gözlemi, insanı olağanüstü umutlandırıyor.
 
‘Umut ekmeği’nden lokmalar kopartırken, o umutla birlikte aynı ölçüde tedirginim de.
Nazi propagandası uzmanı, Hitler’in sağ kolu Gobbels’in, müthiş propaganda metodunun dayandığı temellerin, ‘neredeyse birebir’ iktidar partisinin yolu/yordamıyla özleştiğini görmekten,
“Amacımız doğruları söylemek değil, insanları etkilemek,
* Halkı her zaman ateşle. asla soğumasına izin verme.
*Hatalı olduğunu veya yanlış yaptığını asla kabul etme.
*Asla rakibinin üstün bir yanı olduğunu kabul etme.
*Asla kendinden başka bir seçeneğe hareket alanı bırakma.
*Asla kabahat üstlenme.
*Sadece bir rakibine odaklan ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yık.
*Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.
*Bir yalanı yeteri sıklıkla tekrarlarsan, halk eninde sonunda ona inanır”
temellerine dayalı propaganda metodunun, iktidar partisince adeta harfiyen uygulanıyor oluşundan ve bu metodun bizi daha nerelere sürükleyeceği, daha ne kadar ileri gidebilecekleri endişesinden bitabım.
“Bu 3-5 ağaç meselesi değil. Mesele ideolojik” tespitini yapan Başbakan’ın dinle harmanlanmış ideolojisinin, önümüzde dağ gibi duran Kürt meselesinde bizi daha hangi yokuşlara süreceği beklentisinden, o belirsizlikten de.
 
Alper Görmüş, T24’teki köşesinde iki hafta şu örneği vermişti:
“1994 Aralık ayında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'a televizyonda sorduğum bir soruya aldığım cevabı hiç unutmadım.
Erdoğan, belediyeye ait bir salonda resim sergisi açan bir ressamın verdiği kokteylde içki sunulmasına izin vermemiş, gerekçesini de ‘Ben bu şehrin imamıyım aynı zamanda, dolayısıyla İstanbul'da yaşayanların günahlarından da sorumluyum’ diye açıklamıştı.
Anlaşılıyor ki, Erdoğan 20 yıl sonra ‘herkesin günahı kendine’ noktasına gelebilmiş değil. Yani halkını yalnız hastalıklardan, kötü alışkanlıklardan değil işleyebilecekleri günahlardan da uzak tutma konusunda bir sorumluluğunun olduğunu düşünüyor.
Bu kadar koyu bir ataerkil koruma duygusunun otoriter sonuçlar üretmemesi mümkün değil.
Fakat bir haftadır yaşadıklarımız gösterdi ki, artık bu duyguyla bu ülkeyi yönetmenin imkânı yok.”
 
İster  “Tayyip Erdoğan'ın bir ‘diktatör’ olduğu iddiası, benim için siyasi ajitasyondan başka bir anlam taşımaz... Fakat onun, otoriter yansımaları olan ataerkil bir zihniyete sahip olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz” diyen Alper Görmüş gibi düşünün; isterseniz kestirmeden gidip Erdoğan’ın diktatör olduğunu. Bunların hiçbirini kaale almasanız bile, Erdoğan'ın kısa dönemde geçirdiği değişimleri ve asabi tavırlarını ele alan İskoçyalı ünlü psikoloji profesörü ve nöropsikoloji uzmanı Ian Robertson’un değerlendirmesini ıskalamanız mümkün değil.
Kendi sitesinde, Erdoğan'ın tarihte kendisinden önce gelen birçok lider gibi, iktidar sarhoşluğuna kapıldığını yazan; liderlerin uzun dönem iktidarda kalmasının beyinlerinde çeşitli farklılıklara yol açtığını vurgulayan Robertson, bunu “10 yıl hastalığı” diye adlandırıyor. "10 yıl hastalığı başbakan Erdoğan'ı etkiliyor olabilir mi?" isimli makalesinde de, bu sendromun belirtilerine, neden ve sonuçlarına dair açıklamalar yapıyor.
Makalede şöyle deniyor:
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan on yıldır iktidarı elinde tutuyor. Bu zaman dilimi içerisinde, Türkiye hem benzersiz bir ekonomik gelişme gösterdi, hem de uluslararası prestij kazandı.
İktidar ve başarı, insan beyninde değişime neden olabilen en önemli iki uyarıcı olarak biliniyor. Hiçbir insan beyni bu iki uyarıcının, bu denli yoğun dozda alınmasından sonra sağlıklı ve rasyonel kalamaz. Son haftalarda gösterdiği tepkilere bakılırsa Erdoğan da bu konuda bir istisna değil.
Bu iktidar sarhoşluğunun beyin üzerindeki etkileri, kokainin yarattığı etkilere çok benziyor. Her ikisi de beynin fonksiyonlarında radikal değişimlere sebep oluyor ve beyinde bulunan "mükâfat" bölümüne gönderilen dopamin hormonunun aktivitesini arttırıyor. Bu değişimler aynı zamanda beyin zarını da etkiliyor ve düşünme yetisinde hasara neden oluyor. Söz konusu değişimler insanı daha özgüvenli, daha cüretkâr ve hatta bazen daha zeki hale getirebiliyor.
Ancak bunun yanı sıra, beyinde yaşanan bu süreçler insanı daha benmerkezci, daha kaygısız ve daha az kendini sorgulayan biri haline getiriyor ve bunların sonucunda tehlike ve yanlışları algılama kabiliyetini zayıflatıyor. Bütün bunlar bir liderin kendi kendini sabote etmesine yol açıyor. Zıtlaşma ve karşıt görüşlerden doğan anlaşmazlıklara karşı daha sabırsız ve asabi bir hale getiriyor. Bu durum, Erdoğan'ın eylemcilere yönelik agresif ve inatçı tavırlarında açıkça görülüyor. Bu sonuçlara elbette ki "Twitter denen bir bela var" ve "sosyal medya toplumların baş belası" söylemleri de dâhil...”
 
Toplumun psikolojini anlamakla yükümlü olan Başbakan, bu yükümlülüğünü yerine getirmediği için, konuyla ilişkili ya da ilişkisiz hepimizin Başbakan’ın psikolojisiyle uğraşıyor olmamız da Gezi’nin ironik sonuçlarından biri sanırım.
* * *
Bugünlerde en çok sorulan soruların başında gelen, siyasetin nasıl şekilleneceği, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ anlayışının, siyaset haritasını nasıl dizayn edeceği, daha da açıkçası yeni bir siyasi oluşum ya da bir partinin ‘kurtarıcı’ rolüyle sahnelere çıkıp çıkamayacağı.
Bu soruya yanıt değil belki ama bugün itibariyle en net yanıtı, Konda Araştırma’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır vermiş bana göre.
 “Yeni siyaset yalnızca Gezi’yi değil yeni bir çağı, hayatı, ülkeyi anlamayı iş edinerek olur. Siyasete ve ülkeye dair bildiklerinizin yanlış olabileceğini kabul etmekle, yeniden bir öğrenme ve kendinizi değiştirme sürecine razı ve gönüllü olarak düşünmeye, çalışmaya başlamakla olur. Ve elbette yeni hayatın içinde, yeni insanlarla beraber, yeni zihin haritalarıyla olur.”
Genel başkanları ve bilindik birkaç isim dışında suskunluğa bürünmüş siyasetçilerin suskunluklarının altında ‘kendilerini nasıl konumlandıracakları kaygısı’ndan önce, umarım bu tespit vardır deyip ‘umut lokması’nı dişlemeye devam edelim bir müddet daha…