GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
13 Haziran 2013 Perşembe

Bir yer altı hareketi olarak kahkaha…

Mizah duygusundan, akla dayalı bir gülme eyleminden epeydir uzaklaşmış, dört tarafı gerginlikle kaplı yurdum insanıyken…
Hep bir ağızdan gülen yüzlere dönüştük gençler sayesinde.
Üstelik ortada hayli ağır, hayli endişeli durumlar olmasına,
Polis dehşetine, ölenlere, akan kana, sakat kalanlara rağmen.
 
Bir yandan öfkeliyiz, korkuyoruz, kızgınız, tepemizden buhar fışkırıyor.
Bir yandan uzun süredir boşladığımız, umursamadığımız, unuttuğumuz mizahla katıla katıla gülüyoruz da.
 “Bir kahkahanın eşlik etmediği her hakikati sahte saymalıyız” diyen Nietzsche’yi kahkahalarla yad ederken...
Gaz saldırıları hız kesince, dozu düşen mizaha, konuşmasıyla adeta ‘can suyu’ katkısında bulunan Polat Alemdar abi Necati Şaşmaz’a en kalbi/delikanlı selamlarımızı yolluyoruz.
Anlaşılabilir tek sözü ‘Türkiye’ye nazar deydi’ olan Polat Abi’nin bu muhterem tespiti sonrası ‘Gezi’ye anında devasa bir nazarlık asan eylemcilerin ise ‘anne şefkati’yle gözlerinden öpüyor, bir kez daha bağrımıza basıyoruz.   
 
Bu kısa girizgahtan sonra hepinizi ‘ciddiyete’, uzun bir okumaya davet ediyoruz!
 
* * *
MÖ 3. yüzyıl Mısır papirüsüne göre kainat, gülme ile oluşmuştu. Mısır Tanrısı, kaosu kahkahasıyla uzaklaştıracak ve yerine sevinç dolu bir kainat kuracaktı:
“Tanrı güldüğünde, dünyaya hükmedecek yedi tanrı dünyaya geldi... kahkahaya boğulduğunda ışık oldu... İkinci kez kahkahaya boğulduğunda sular oluştu; yedinci kahkahasında ruh doğdu.”
 
Aristo’ya göre insan ‘Animal ridens’ yani ‘Gülen hayvan’dır. Güç sahipleri tarih boyunca, ellerindeki sınırsız gücün verdiği rahatlık içinde, burunları Kaf dağında gezindiği için ‘gülme’den uzak durmuşlardır çoğu zaman. Gülme unutulunca da ‘Aristo’ tarzı bir bakışla geriye sadece ‘hayvan’ kalmıştır!.. Zira bütün canlılar arasında sadece insan ‘gülme’ yetisine sahiptir. Maymun insana en benzer hayvan olarak gülme taklidi yapmaz mı? Aslında insandaki 5 duyunun yanına ‘gülme’yi de koyabiliriz.
Aristo, ‘Canlılığın Öğeleri’ adlı kitabında yeni doğmuş bir bebeğin yaşamının 40. gününe dek gülmediğini söylüyor. Aristo’ya göre; 40. günde bir bebek mucizevi bir yolla artık tam anlamıyla insan olmuştur!
Gerçek olan şudur; ister hayatımızın 4. gününde, ister 40. gününde, ister uykuda, ister uyanırken gülelim, ‘gülme’ eylemi insana hep güç veren canlandırıcı bir ateştir. ‘Gülme’ insandaki korkuyu ortadan kaldırır.
Belki de bu yüzden dinler tarihine baktığımızda ‘gülme’ eylemi karşımıza hep bir suç unsuru gibi çıkar. Kilise, başlangıçtan beri gülmeye hiç sıcak bakmamıştır ve hep karşı durmuştur. Çünkü ‘gülme’ ciddiyeti ve ağırbaşlılığı bir anda toz duman eder, çünkü ‘gülme’ bir anda iktidarı sarsar, güç dengelerini iskambil kâğıtları gibi ardı ardına devirir.
Çünkü kahkaha bozguncudur ve tehlikelidir...
 
 
 Mizah ve gülme, tarih boyunca insan imgeleminin yarattığı özgürlük alanları olmuştur. Çünkü gülme dünyayı hep farklı bir biçimde göstermiştir. Gerçekten de mizah anlayışı olmayan iktidarlar ve kişiler, doğru olarak tanımlananın oldukça açık ve net olduğuna ve tüm insanların aynı şeyi düşünmeleri gerektiğine inanırlar. Şu çok açıktır ki, bir “yeraltı hareketi ve sesini duyuramayanların sesi” olan kahkaha, bu ilahi planları bozar. İktidar kahkahayı da kendi amaçları için kullanamaz çünkü Bakhtin’in de dediği gibi gibi tarih boyunca gülme “hiçbir zaman insanları bastırıp körleştirmeye yönelik bir araç olmamış; daima bir özgürlük silahı olarak kalmıştır.”
 
Mizah bize yeni ve özgürlükçü ütopyaların (her ne kadar kara mizahın ütopyası olmasa da) kapılarını açar. Gülen insan geçmişin yükünden kurtulur; ‘iktidarların dar görüşlülüğünün gülünçleştirilmesi’ sıradan insanlar için, yüreklendirici bir deneyim haline gelir.
Gülmek, alışılmamış olanı ortaya çıkarmaktır. Alışılmamış olan ise pragmatik, “rasyonel”, katı akıl yürütücü düşüncenin gerçeklik evrenimizi araçsallaştırmasının önüne geçmek demektir. Nietzsche de insanları geleneksel ahlâkın ötesine götüren, onları mutlak ve kesin olarak özgürleştirebilecek tek şeyin ‘zincire vurulmamış biçim bozucu gülme’ olduğunu söylemektedir.
S. Exupery’nin Küçük Prens’i bize nesneleri, dünyayı ve kainatı yeni bir gözle görmemizi öneriyordu. Bu yeni bakış “kahkahanın eşlik ettiği” yeni hakikatlerin de müjdecisidir aslında. Çünkü hakikat ancak “tasasız, keyifli, eğlenceli bir ruh hali ile açığa vurur kendisini.”
 
İster gülme isterse de mizah eylemi olsun, ikisinde de başat özellik ‘özgürleştirici, gerilim giderici’ olmalarıdır. İçinde yaşanılan reel yaşamın sınırlılığının dışına çıkılır; bu eylemden kaynaklanan haz birlikte paylaşılır. Gülme eylemi birleştiricidir, kaynaştırıcıdır. Bergson, gülmenin diğer gülenlerle bir anlaşma, bir suç ortaklığı olduğunu belirtmişti. Bir başka/öteki insanla birlikte herhangi bir nesneye gülmek demek, o insanla aradaki sınırlılıkların azalması, o insana yakınlaşmak demektir.
Gülmek “Ben”lerin “Biz”e dönüştüğü evrensel bir bütünleşme özlemini imler.
 
Charles Baudelaire, gülme eyleminin mutluluk cennetinde olmadığını, gülmenin tıpkı ağlama
gibi acının çocuğu olduğunu söyler. Ona göre gülme eylemi, şeytanın soyundan gelen lanetli bir şeydir. Gülmede işin içine şeytansı bir şeylerin, bir “muzırlığın” girdiğini, tensel olanının ruhu ayarttığını, baştan çıkardığını, saflığını bozduğunu, ona, “kalk hoşlanmadığın her şeye tepkini göster, hoşlandığın her şeyi yap” diyerek devinimsizlikten kurtardığını söyler. Gülmek, engelleri yıkar, asidir, boyun eğmez ve en mahrem mekânlara kadar sızabilir. Tarih boyunca gülmek, mizah, komedya insanlığın özne olma bilincini ve mümkün insan olma özlemini ayakta tutmuştur. Özgürleştirici ve gerilim giderici yönü, mülksüz ve eğitim olanağından yoksun bırakılmış geniş halk yığınlarının siyasal özgürlük umutlarını beslemiştir. Kuralsız ve denetimsiz bir çağın kalıntısı olarak gülme, mevcut dünyanın olduğu gibi kabullenilmesini engeller, korkuyu ortadan kaldırır, var olan yaşamın yükü ve baskısını hafifletir.
Tarih boyunca iktidar asasını ellerinde bulunduranlar, gülme eylemine karşı tavır aldılar. Tarih, Kundera’nın dediği gibi her zaman ciddi bir alan olarak görünse de hep bilinmeyen bir komiği vardı.
Tarih, hep eğitimli üst sınıf erkek yazarların belgeleriyle denetimi elinde tutanların sesini verdi. Fakat gülme eylemi ile mülksüzler,
“tarihin yazılmasına katılamasalar da hiç olmazsa onu silmeyi deneyebildiler”
 
6. yüzyıl Fransa’sında yaşayan La Boetie ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ isimli kitabında, iktidarı ve insanların iktidar karşısındaki itaatkâr/kullukçu eğilimlerini tartışır.
Boetie’ye göre insanlar iktidar mekanizması karşısında özneliğinden yoksun bırakılmış/ergin olmama durumuna indirgenmiştir. Bu durum insanların baskı, sömürü ve zulme karşı hayatlarını nasıl sürdürebildikleri sorunu ister istemez gündelik yaşam içerisinde oluşturulmuş direnme alanlarının neler olabileceğini ve gülme eyleminin bu alanlardaki belirleyiciliğini tartışmaya götürür. Hegemonik söylemin ya da ‘kamusal senaryo’ adı verilen göreli sözleşmenin oluşturduğu boyun eğme arzusuna karşı gündelik hayatın gizli/örtülü direnişlerini ortaya koyma çabası, aslında gülme eyleminin yani taklit, alay, küfür, kabalık ve müstehcen söylem biçimlerinin, toplumsal ayrıcalıklara karşı ezilen kesimlerin verdikleri yanıtlar manzumesi olduklarının ortaya konulması çabasını içermektedir.
Kamusal senaryoya karşı ‘gizli senaryo’, hâkim söylemin hegemonyasıyla çelişen, onları değiştiren sahne arkası konuşmalardan, jestlerden ve pratiklerden oluşmaktadır.
Gülme eylemi, ‘ezilenlerin gizli senaryolarının’ en önemli parçasıdır.
 
Mikhail Bakhtin, ‘Rabelais ve Dünyası’ isimli çalışmasında en radikal, en evrensel, en neşeli gülmenin Rönesans’ta folk kültüründen doğduğunu ve bu gülmenin yeni bir özgür ve eleştirel tarihsel bilincin ifadesi olduğunu söyler. Toplumsal ayrıcalıkları hedef alan Ortaçağ gülmesi resmî dünyaya karşı kendi dünyasını, resmî kiliseye karşı kendi kilisesini, resmî devlete karşı kendi devletini kurar. Ortaçağ gülmesinde bütün hiyerarşik yapılar ters yüz edilir, mutlak kategoriler ortadan kaldırılır.
Soytarı kral olur; kral ise soytarı...
 
Çağdaşı Rabelais gibi 16. yüzyılda yaşamış, geçiş döneminin çelişkileri ve karşıtlıkları ile örülmüş yaşamın çeşitliliğini yapıtlarında evrensel gerçekçi bir tarzda işleyen Shakespeare, “Kral Lear” oyununda soytarıyı, krala karşı şöyle seslendirir:
 “Hiçbir dönemde modası geçmedi delilerin
Her gün aklı kaydı biraz daha akıllıların
Kafalarını nasıl kullanacaklarını bir türlü bilemediler
Yaptıkları her işte saçmalamayı seçtiler.”
Değerlerin tersine döndüğü ve insanların, yöneticilerin vicdanlarını, sağduyularını kaybettikleri bir çağda kendi benliğini bilen, vicdan sahibi, ne yapılması gerektiğini bilen tek bir kişi vardır sarayda; o da kralın soytarısıdır.
Soytarı, ironik ve yergici bir dille kendisini seven tek kızına haksızlık yapmış olan Kral Lear’ı vicdanlı olmaya, sağduyuya davet etmeye çalışır. Kral Lear, oyunda temel hakikate ancak tüm toplumsal libas ve ayrıcalıklardan soyunmuş bir biçimde “çırılçıplak, iki ayaklı bir hayvan” konumunda ulaşacaktır.
Gerçekliği yansıtmadaki ustalığı ile evrensel gerçekçi bir sanatçı-düşünür olay çağına eleştirel yaklaşan Shakespeare, elbette ki soytarının toplumsal anlamını çok iyi biliyordu. Soytarının hiç de öyle sanıldığı gibi budala olmadığını On İkinci Gece oyununda ortaya koyar:
“Bu adam soytarı rolünü oynayabilecek kadar akıllı; çünkü bu meslekte başarılı olmak için hayli zeki olmak gerekir.”
Soytarı ironilerle mesellerle hakikati dile getiren bilge bir kişidir..
 
Rönesans soytarısı, iktidara dair hakikatin peçesini düşüren bir özelliğe sahipti: “Anne bak ! Kral Çıplak “ ifadesinin toplumsal karşılığıydı Rönesans soytarısı. Hakikat, soytarı giysisi içinde konuşuyordu. Soytarı, nüktelerinin inceliği, derinliği ve sarsıcılığı ile efendisiyle, çağın gelenekleriyle, kutsal sayılan kurumları, inanç ve değerleriyle alay edebiliyor; başkalarının söylemek isteyeceği ama var olan kurallar nedeniyle içine attığı şeyleri açığa çıkarıyor, herkesi rahatlatıyordu. Rönesans soytarısının toplumsal anlamı buydu. Kimsenin sormaya cesaret edemediği soruları sorabiliyor, toplumsal eleştirileri yöneticilere yöneltebiliyordu. Soytarılar zeka kokan nükteleri, ince mizah anlayışları, sivri dilli alaycılıkları ile bir ölçüde kendilerini feda eden varlıklardı. Yöneticilere yaptıkları eleştirilerde kırbaçlanma ihtimalleri her zaman vardı. Kral Lear oyununda Lear’ın soytarısı doğruyu söyleyince kralın kızları; yalan söyleyince de kral tarafından kırbaçlanılır. Hakikatin tercümanı olmasının toplumsal bedeli işte buydu: Gülünçleşmek ve kırbaçlanmak...
Kral Lear’ın eylemlerinin saçmalığı ve trajik konumu ancak böyle gösterilebilirdi.
 
* * *
10 yıl önce ‘Artun Avcı’ imzasıyla Birikim Dergisinde yayınlanmış oldukça uzun bir yazıdan derlediğim bu alıntıları, Gırgır kuşağından biri olarak, değerli karikatürist Cihan Demirci’nin sözleriyle noktalayalım.
“TV dizilerinden hayata karışan kirli sakallı ağır abilerin gerginliğini taşıyan ülkede, hayat çok ciddi durmaya başladı karşımızda. Toptan bir şekilde, ülkedeki hayat kadar ciddi ve sıkıcı olmaya başladık epeyce bir süredir. Oysa gülmenin karşısında hiçbir ciddiyet çok fazla ciddi kalamaz.
Hayatı ciddiye alsak da, ömrümüzü ti’ye almaktan kaçınmayalım...”