GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
7 Haziran 2013 Cuma

“Senin baban devlet değildi yavrum…”

Ablaları/ağabeyleri 68 kuşağı olan 74’lülerdenim. 12 Mart’ı izleyip, 12 Eylül’ü yaşayanlardanım.
Genç değilim artık ama ruhum isyankarlığından hiçbir şey kaybetmedi. Her kim olursa olsun, iktidarlara/muktedirlere karşı olan şüphelerim tazeliğini hep korudu.
Uzlaşırken bile anarşist yanım, derinlerde bir yerde hep var oldu.
‘Ne tuhaf genç bunlar’ derken bile saygısızla saygılıyı, efendiyle vandalı, kültürlüsüyle zırboşu, meraklısıyla uyurgezeri, tembeliyle gayretlisini ayrı tutmayı bildim; tümünü aynı kategoride toplayıp yaftalamadım.
Annem/babam/ninem gibi ‘nerde bizim zamanımız, bunlar ahir zaman gençliği’ laflarına düşmedim.
Gazetecilikten önceki mesleğim olan öğretmenlik yıllarımda bazen açık, bazen alenen, ‘itirazı olan çocuğu/genci’ daha çok tuttum, ‘uysal kuzuları’ acıyarak sevdim.
Çocuklarım büyürken, onların bize benzemeyen farklılıklarını izlemeye gayret gösterdim. Onlara karşı öğreten olurken, bir yandan da öğrenmeye, hayatı nasıl algıladıklarına dikkat etmeye çalıştım.
Niye anlatıyorum bunları?
Bütün bunlara rağmen… Hareketin motoru olan, katılanların yüzde 70’e yakını 16-30 yaş, yüzde 40’ı 16-24 arası olan gençlerin eyleme kalkışmalarını anlayamadığımı, yaptıklarını kavrayamadığımı anlatmak için.
Şu an tek yapmaya çalıştığım, anlamaya çalışmak, bu gençlerin gazı/copları/sopaları/tazyikli suları yiye yiye nasıl direndiklerini kavrayabilmek için kıvranmak.
Anlamaya çalıştıklarını söylerken bile klişe cümlelerle zerrece anlamadıklarını, anlayamayacaklarını gösterenlerden farkım bu.
Kendi adıma yaşadığım ‘anlayamama’ hayal kırıklığını hafifleten yegane teselli de bu. Tüm algılarımı açık tutuyor olmak ve yeniyi anlama konusunda olağanüstü gayret etmek.
Bu yüzden deliler gibi okuyorum. ‘Klişeler dışındaki’ farklı dil ve üsluptaki her bakışı ciddiye alıyorum. Radar gibiyim. Konuşulanları dinliyor, biteviye soru soruyorum. Cevapları biriktiriyorum. Her cevaptan yeni bir soruyla çıkıyorum. Bu yüzden karmakarışığım.
Ve bu yüzden, yazmak yerine sizi bugün, önce başlığı, sonra yazdıklarıyla beni çemberin dışına taşıyan, gülümsetip düşündüren, ‘Gezi parkından çıkan en önemli sonuçlardan birinin Türkiye’de devleti baba olarak gören paternalizm algısının yerle bir olduğunu savunan’ genç bir yazarla (okumadığınızı/gözden kaçırdığınızı varsayarak) baş başa bırakıyorum. Radikal’den Gökçe Aytulu’nun dünkü ‘Senin Baban Devlet Değildi Yavrum’ başlıklı yazısıyla.
Buyurun…
* * *
 “Mesaj alındı”.
Cumhurbaşkanı dahil siyasetçilerin Gezi Parkı direnişi karşısındaki genel yorumu bu. (Tabii ki Başbakan’ı klasman dışı bırakıyorum)
Fakat benim şüphelerim var. İktidarın da muhalefetin de sokakta yaşananları tam olarak anladığını sanmıyorum.
“Bu bir ağaç meselesi değildir” demek meselenin anlaşıldığı anlamına gelmiyor.
Yaşam tarzına müdahale şüphesiz ki insanların sokağa dökülmesine neden olan en önemli motivasyonlardan biri.
Peki “yaşam alanlarına dokunulan insanların isyanı”, Gezi direnişini anlatmaya yeter mi? Sanmıyorum.
Katılımcı profiliyle, kullanılan dille, eylem biçimiyle Gezi Parkı, Türkiye’de siyasetin yerleşik kavramlarını kökünden sarsabilecek bir vaka.
 
Tahrir mi Wall Street mi?
Taksim’deki olayları kimi Tahrir’le kıyasladı. Bence doğru bir kıyaslama değildi bu.
İktidar cephesinden ise (herhalde ekonomideki başarılarına aşırı güvenden yola çıkarak) “Wall Street işgaliyle neden kıyaslamıyorsunuz” sorusu ortaya atıldı.
Yaşananları “Haysiyet ayaklanması” olarak yorumlayan Ahmet İnsel, Radikal’deki yazısında Gezi direnişini Avrupa’daki “Öfkeliler” hareketiyle kıyaslayarak katılım olarak onu geride bıraktığını aktardı.
Türkiye açısından bir ilk sayılabilecek bu hareketin özellikle, Fransa, İspanya ve Yunanistan’dakilerle benzer bir yapısı olduğu söylenebilir. Gezi Parkı’ndaki dayanışma tarzı bunu gösteriyor. Fakat bu da yaşananları tek başına anlatmaya yetmiyor.
Benim gördüğüm, sokağa dökülen insanların büyük kısmının apolitik olduğu ve polis marifetiyle politik alana çekildikleri. Bu da işi güncel siyasetin hemen çözemeyeceği bir noktaya taşıyor.
Süleyman Seyfi Öğün, Yeni Şafak’taki yazısında bunun arka planını şöyle anlatmış: “Ekonomizm ve depolitizasyon aynı sürecin iki yüzüdür. Doğan boşluğu ise 'yaşam tarzı' denilen; kimi kez etniklik, inanç, cinsellik gibi öncedeki (primordial) bağlara göndermelerde bulunan, kimi kez de bizâtihi güncelci (actualist) görünümler kazanan bir kültürel morfolojik akımlar doldurdu”.
 
Marjinal çapulcular
Olaylarda, polisin anlamsız şiddetine, gazına, copuna karşı çatışanlar ön planda. Çatışmalara bakıp marjinaller, aşırı uçlar, diye yaftalamak en kolayı. Halbuki o sis bulutunun ardında Gezi Parkı’nda sabahları “pilates eylemi” yapan genç-yaşlı kadınlar, siyasi tercihini “Çare Drogba” diye duvarlara yazan gençler, Pankartlara “Bizim gibi üç çocuk ister misin?” yazabilen keskin bir mizah var. Siyaseti krize sokacak asıl şey de bu.
Zannımca buradan çıkan ilk sonuç Türkiye’deki klasik paternalizm anlayışının bu eylemlerle birlikte yerle bir olması. Kabaca “devlet baba” anlayışı olarak tanımlanan paternalizm bireye karşı her zaman devleti koruyan Türkiye’deki klasik algı biçimini yansıtır.
Osmanlı geleneğinden kalan mirasla ‘devlet baba’ halkını korumakla görevlidir ve doğal olarak onun adına ‘en iyi’ için kararı verir. Devlet, vatandaşın iyiliğini gözetirken vatandaşın gözünde de devletin bekası esastır.
Oysa bugün sokaklara dökülenler artık “babalık” makamının tasfiyesini arzulamakta. Gelenekçi babalarına karşı birey olduğunu kanıtlamaya çalışanlara benziyorlar.
Birey olarak devlet babanın bekasıyla değil, kendileriyle ilgileniyorlar. En büyük ortak paydaları da çağımızın bireyselliğinden doğan farklılıkları. Müslüman antikapitalistle LGBT’yi, ulusalcıyla sosyalisti, apolitikle fanatiği bir araya toplayan payda bu.
Bu yüzden siyasetin nobran diline karşı onlarınki alabildiğine alaycı. İktidarın da muhalefetin de bocaladığı alan bu.
Kısa süre önce aramızdan ayrılan Öfkeliler hareketinin fikir babası Stephane Hessel son röportajlarından birinde şöyle demişti:
“En katı milliyetçilikleri, en kesin sınırları tanımış bir insanım. Artık ne mutlu ki, insanlık sınırların göreliği ve yapaylığının farkında. Ne var ki, dünyaya egemen iktidarlar bunu teslim etmekten henüz uzak. Tek bir dünya, sınır tanımayan bir yurttaşlığın yolu hâlâ uzun ve çileli ama kesinlikle bir rüya değil.”
Doksan kusür yaşında çizdiği vizyonla yirmili yaşlarında gençleri sokağa döken Hessel böyle düşünüyordu.
Oysa bir gün evvel Başbakan Reuters muhabirine “bu vatanın bir evladı olarak” ne yapması gerektiğini anlatıyordu. Dün de TBMM’de Gezi Parkı’na ilişkin konuşan İçişleri Bakanı Muammer Güler, polise karşı şiddet gösterenlerin marjinalliğinden, kendisinin yıllarca devlete nasıl hizmet ettiğinden, Türkiye’nin imajına zarar geldiğinden bahsediyordu.
Ona cevap için kürsüye gelen CHP’li Emine Ülker Tarhan ise “1930’larda siz iktidar olsaydınız bizi sabun yapardınız” diyerek muhalefet yapıyordu.
Çok önemli bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Sosyal medyayı müthiş bir şekilde kullanan bu hareket, internet teknolojisiyle güncellenmiş bir nesilden mürekkep.
Bu yönüyle küresel dünyaya göbekten bağlılar. Bireyselliklerini aşan yegane kimlikleri de bu. Klasik devlet, siyaset kavramlarıyla dertlerini anlamak mümkün değil. Bu yüzden “çare Drogba”.
Birçoğu bilgisayar başında saatlerini geçirirken babaları tarafından “ne yapıyorsun onca saat, çık biraz sokağa” diye çıkışılan çocuklar. İşte o çocuklar artık sokakta. Peki, “babaları” şimdi ne yapacak? (gokce.aytulu@radikal.com.tr)