GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Dr. Berna BRIDGE
YAZARLAR
14 Şubat 2012 Salı

Aşk

Yunanlı ozan Aristophanes 2400 yıl önce insanlığın ebedi ilişkisi olan aşkı şöyle anlatmış:
“İnsan ilk başta dört ele ve dört ayağa, iki yüze, dört kulağa sahipti. Çok hızlı hareket edebiliyordu. Son derece güçlüydü, Tanrılara bile yaklaşmaktan çekinmiyordu. Zeus bunu asla affetmedi. Tanrıların tanrısı bu yüzden insanı ortadan ikiye ayırdı. İki yarı o zamandan itibaren birbirini özlemeye başladı ve kollarını büyük bir istekle birbirine doladı. İşte aşk bu nedenle hep içimizde. Tek bir parçadan ikiye ayrıldığı için insan hep yarım bir canlı ve bu ncedenle diğer yarısını arayıp duruyor…”
Sevgililer günüyle ilk tanıştığımda ondokuz yaşındaydım, İngiltere’de, üniversitede öğrenciydim. Yıllar önceydi, daha sevgililer günü ülkemizde tanınmamıştı. 14 Şubat, Sevgililer Günü, İngilizce adıyla St Valentine’s Day, birini seven, beğenen, aşık olan kişilerin bu sevgiyi, aşkı, beğeniyi açıklamaları için o kişiye imzasız kart yolladıkları ve sevgilerini, aşklarını ilan ettikleri bir gündü. O yıllarda İngiltere’de 14 Şubat’ı tüm ülke ve evliler yerine yalnızca gençler, bekarlar kutluyordu.
Sonradan ülkemize de girdi bu St. Valentine’s günü ve her şeyde aşırıya kaçtığımız gibi bu olayda da ülke genelinde aşırı, abartılı bir kutlama histerisi yaşamaya başladık. Her yaştan çiftlerin, genç, yaşlı, kırk yıllık evli bakmadan görev gibi bu günü kutlama, yemek ve hediye histerisiydi bu. 14 Şubat günü Alsancak’ta kaldırımlarda yürümek zorlaştı, her restoran ve kafe önünde bir garson sizi içeriye çağırmadan. Eşler kavga etmeye başladı, hediye beklentisiyle. Her şeyin tadını ve romantizmini kaçırdığımız gibi bu işin de tadını ve romantizmini kaçırdık gibi geliyor bana…
Biz dönelim aşkın romantizmine… Duygusal ve romantik bir balık burcu olarak benim ilgi alanım aşkın romantik tarafı… Platon diyor ki “Tanrılar içinde insanlar tarafından en çok sevilen Tanrı Eros idi. Neden mi? Çünkü aşk Tanrısı o. O, insanlara tedavi edildiğinde en büyük mutluluğu veren hastalık için bir yardımcı ve bir doktor sunmuştu.”
Tanrılar dönemi bitti ama aşk tüm gücüyle hala aramızda. Rönesans devri ressamlarından Boticelli’nin La Primevera (ilkbahar) tablosundan tutun da Avatar filmine kadar her yerde. Onsuz olmuyor galiba…
Ama hangi aşk? Mevlana’nın, Sufi’lerinki gibi içten bir Tanrı aşkı mı? Sevgili çocuklarımıza duyduğumuz gibi hiç bitmeyen, karşılıksız, tek taraflı, bağışlayıcı, baş döndürücü evlat aşkı mı? Çevremizdeki bazı kişilerde gördüğümüz gibi, onur gurur bilmeyen, herkesi kandıran, aldatan, kazıklayan paragözlerin para aşkı mı? Kariyer aşkı mı? Vatan aşkı mı? Karşı cinsle yaşadığımız, diğer yarımızı aradığımız, hesapsız kitapsız, temiz, derin, dürüst aşk mı? Yoksa televizyondaki dizilerde gördüğümüz tür Aşk-ı Memnu misali hesap, kitap, çıkar, para, gösteriş üzerine kurulmuş varsıl, yaşlı adam, genç daha az varsıl kadın ve daha genciyle aldatan, ihanet eden aşk mı? Tutku mu? Masumiyet mi? Bence, hangi aşkı yaşarsak yaşayalım, onu temiz, dürüst, derin, hesapsız kitapsız, çıkar düşünmeden, tutkuyla yaşamalıyız. Ve masumiyetimizi yitirmeden yaşamalıyız…