GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Dr. Berna BRIDGE
YAZARLAR
11 Temmuz 2011 Pazartesi

Tüketen toplum...

Önemli olan yaşamak değildir, başarmak hiç değildir. Önemli olan insan kalmayı bilmektir… George Orwell
    
Geçen hafta büyük oğlum yolda giderken önündeki araç bir yavru kedi ezmiş ve durmadan yola devam etmiş. Kedicik kıvrana kıvrana kendini yolun kenarına atmış. Bunun üzerine oğlum aracını kenara çekmiş, yavru kediyi gazetelerin üstüne koymuş ve veterinere götürmüş. Yavru kedi bile olsa, o da bir can taşıyor. İstemeyerek de çarpsa, çarpan aracın şoförünün o canı kurtarmak için bir çaba sarf etmeyip yoluna devam etmesi bana bir garip geldi. Düşünüyorum, insanımız ne zaman böyle acımasız oldu…
 
Birkaç yıl önce bir bayramda ailecek, arkadaşlarla bir otele gittik. Açık büfe olan yemeklerde insanların tabaklarına yiyebileceklerinin üç dört katı yemek koyduklarını, bir dilim salamı parçalara bölmeden ağızlarına attıklarını, tabakları yemek dolu bırakıp gittiklerini görünce - zaten pek iştahlı değilimdir – iştahım iyice kaçtı. Düşünüyorum, insanımız ne zaman böyle açgözlü oldu…
 
Pek televizyon izlemem, magazin medya okumam. Böyle yerlerde ismi geçenleri pek tanımam. Geçen ay hem ilkokul, hem liseden sınıf ve çocukluk arkadaşım Didem Yüngül, “İlkokuldan sınıf arkadaşımız Selma (Desmond) Ali Taran’la evli” dedi. “O kimmiş?” dedim. “Televizyonda bilmem ne programı yapıyor” dedi. Ali Taran ismini ilk o gün duydum ve Selma’nın kanser tedavisi gördüğünü…
 
Yıllardır görmediğim zarif arkadaşım Selma’ya içimden şifa dileklerinde bulundum. Derken son bir iki hafta içinde gazetelerin magazin köşelerinde değil de, birinci sayfalarında önce Ali Taran’ın hasta karısını yarı yolda bırakıp Hülya Avşar’la arkadaşlığından dolayı boşandığı haberlerini okuduk. Daha şaşkınlığımız geçmeden iki hafta sonra da Hülya Avşar’la mahkemelik olan Ayşe Özçelikel isimli (adını daha önce hiç duymamıştım) kişiyle evleniyor haberleri yaklaşık tüm gazetelerin başköşelerini işgal etti. Takibinde muhtelif köşe yazarlarının ve röportaj yapan basın kardeşlerimizin övücü, mutluluk dileyen yorumlarıyla toplumumuzun yaşama ve ilişkilere bakış açısıyla şaşkınlığım iyice arttı.
 
İçimden geçen duygular, düşünceler:  Bu kadar mı öldü insanlık? Toplum olarak bu kadar mı bencil olduk? Vurdumduymaz mı? Evlenirken; sağlıkta ve hastalıkta sözleriyle evlenen çiftler mutlaka hastalık esnasında evliliklerinde de zor günler geçiriyor. Bu anlaşılabilir. Ama hasta bir insanın daha fazla üzüntüye değil, daha fazla sevgiye, desteğe, anlayışa, korunup kollanmaya muhtaç olduğu da ortada. O zaman bu durum bu denklemin anlaşılmaz tarafı… Düşünüyorum, insanımız ne zaman böyle kalpsiz oldu…
 
“Yılın aşkı” dedi gazeteler… Aşk, sevginin katmerli bir boyutuysa, yirmi küsur yıllık hasta karısına sevgi göstermekten aciz bir adamın kalbinde değil aşk, yani sevginin katmerli biçimi, sevginin kırıntısı bile olduğuna inanamıyorum. Yine aynı şekilde yaşı yukarıda söz ettiğim oğlumun yaşına yakın olan Ayşe (Taran)’ın altmışına merdiven dayamış, resimlerinden göbekli, kır saçlı kır sakallı görünen Ali Taran’a veya onun zekasına aşık olduğuna da inanamıyorum. Sosyopsikolojik açıdan bakıldığında Ali Taran aynı zekâda, aynı görünüşte bir memur emeklisi olsa, ona siyah Range Rover’lar alamasa bu hanım aynı aşkı yaşayabilir miydi acaba? Ya da mahkemelik olduğu Hülya Avşar’a mı bir gönderme var acaba burada?
 
Çünkü, bir kadın olarak ister istemez aklım kendi otuz iki yaşıma gitti. Çünkü, biliyorum hiçbir 32’lik kadın kendinden 10-15-20 yaş büyük bir erkeği nedensiz olarak gencine tercih etmez. Ben otuz iki yaşındaydım, kocam da otuz dört, filinta gibiydi. Ne göbek, ne beyaz saç. Üniversitede tanışıp, “gerçek aşkı” yaşadık, ben 19, o 21 iken.  Notlarımız düştü o yıllarda, hocaların diline düştük, “aşıklar” diye… Ne Range Rover, ne magazin basın, ayağımızda kot pantolon, lastik ayakkabı, otobüs, tren… Çünkü sıradan iki öğrenciydik. Arkamızda bir hasta kadın olmamasına karşın aşkımız iki yıl beklemeyi becerdi, bu mümkünmüş yani aşk da olsa, sonra evlendik, çocuk sahibi olduk. Yıllar sonra Land Rover’larımız da oldu, evimiz de, ama birlikte çalışarak yaptık, adım adım. Hayatı el ele, birlikte inşa ettik, asıl güzel olan da hayatın bu tarafı…
 
Sanki her şeyin tadı kaçıyor bu dünyada. Hüzün sarıyor benliğimi. Sanki artık tüm ilişkiler plastik, yapay. Sanki aşk demek para aşkı, hanımlar için Range Rover’lar, erkekler için ego aşkı. Acaba hepimiz birbirimizi ve kendimizi mi kandırıyoruz? Ali Taran genç bir hanımla evlenince kendini genç mi hissediyor,  gerçek yaşını unutabiliyor mu? Ya da çevresinde ona bakanlar onun göbeğini hiç fark etmeyip  “Helal olsun, filinta gibi, zıpkın gibi adam, 59 yaşına gelmiş, bir kır saçı yok, genç kızı tavlamış” mı diyor? Kim kimi kandırıyor?
 
Aşk’ı Memnu kitabındaki gibi acaba Ayşe Taran bir süre sonra Kıvanç Tatlıtuğ ya da benzeri bir yaşıtında gerçek aşkı bulursa ne olacak? Güzel arkadaşım Selma’nın şu anki üzüntüsünü düşünüyorum…
 
Oysa, yaşam gökkuşağının renkleri gibi… Alınacak hazlar rengârenk, çok çeşitli. Dünyamızdaki son yıllarda paraya, gösterişe, cinselliğe, yarışa endekslenmiş haz anlayışı çok sığ bir haz anlayışı değil mi? Daha derinlerde bir yerde olan gerçek, plastik olmayan şefkat dolu sevgi bugün hasta eşimize, arkadaşımıza sahip çıkarak, yarın bir yoksula yardımcı olarak hissedilecek haz daha derin ve anlamlı olabilir mi? Tersine başka, hatta hasta bir kadının mutsuzluğu üzerine kurulan bir ilişki mutluluk, haz ve aşk kaynağı olabilir mi?
 
Bu konuda ünlü yazar, psikiyatrist Prof. Dr. Engin Geçtan “Hayat” adlı kitabında “Günümüzde giderek artan sayıda insan, dostluk ilişkilerine bile yalnızca kendi ihtiyaçları açısından bakmakta artık. Narsisizm kültürü adlı kitabında Christopher Lasch şöyle yazmıştı: Duygusal ilişkiler açısından sığ, yakın ilişkilerden korkan sahte bir içgörüye sahip, cinselliğin karmaşasına düşkün, yaşlılık ve ölüm korkularıyla dolu yeni narsisistler geleceğe olan ilgilerini yitirmişlerdir. Evrenin bütünlüğünden zaten kopmuş olan insanlar dostları, eşleri, sevgilileri, akrabaları olduğu için yalnız olmadıklarına inanıyorlar, ama yine de kendileriyle baş başa kaldıklarında çok daha derinlerde yaşanan soyutlanmışlıklarıyla zaman zaman yüzleşmek durumundalar. Bu katlanılması zor durumu yaşamamak için alışılagelmiş ilişki ayinlerine kendimizi tekrar bırakıveriyoruz ya da cep telefonlarına sarılıveriyoruz” diyor.     
 
Düşünüyorum, tüketen toplum mu? Tükenen toplum mu?