GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
31 Mayıs 2012 Perşembe

AKP’nin hedefi hepimizi ‘Gregor Samsa’ yapmak!

Başbakan Erdoğan’ın ‘her kürtaj bir Uluderedir’ saptırmasıyla, toplumun dikkatini Uludere’den kürtaja çekmesine ve bunda da başarılı olmasına karşın, ‘cambaza bakmayıp’ kalemini dibine kadar Uludere’ye saplayan bir meslektaşımız daha kaleminden oldu.
Üstelik bu meslektaşımız, ‘yandaş’ tasnifi arasında kalmış Yeni Şafak’ta yazıyordu.
25 Mayıs Cuma günü Yeni Şafak’ta yayınlanan ‘özür açıklanmaz, özür dilenir’ diye başlayıp ‘Allah aşkına susun’ sözleriyle biten yazısında Başbakan Erdoğan’ı sert bir dille eleştiren 16 yıllık gazeteci Ali Ekel, ‘vicdan’ın kimsenin tekelinde olmadığını gösteren ‘bedel ödemeyi göze alarak’ kaleme aldığında makalesinde, şöyle sesleniyordu:
 
Özür açıklanmaz, özür dilenir!
 
Başbakan Erdoğan, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı Veysel Ateş'in Umut Kitabevi'ni bombalamalarından sonra Şemdinli'de gösterdiği duruşu Uludere'de de gösterseydi, bugün kelimelerin etrafında dolaşmak zorunda kalmazdı.
 
Önceki yazıyı okumayanlar için kısa bir hatırlatma yapmalıyım. Şemdinli'de Umut Kitabevi bombalandıktan sonra 20 Kasım sabahı ansızın Şemdinli'de ortaya çıkan Erdoğan, oradan Yüksekova ve Hakkari'ye uzanmış, bu olayı çözmek için "el ele vermeliyiz" demişti.
 
Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın, "Tanırım, iyi çocuklardır" dediği, çocukların yanında durmamıştı.
 
Şemdinli sanıklarının Ocak 2012'de 39 yıl 10'ar ay hapis cezasına çarptırılmalarında siyasi iktidarın "doğru yerde" durmasının etkisi yadsınamaz.
 
28 Aralık 2011 gecesi kaçağa çıkan, çoğu yaşları 20'nin altında olan 40 Kürt gencin tepesine ölüm yağdırdı iki Türk F-16 savaş uçağı. 34 tanesinin bedeni atılan bu bombalarla paramparça oldu...
 
Başbakan Erdoğan olaydan iki gün sonra 31 Aralık'ta, Cuma namazı çıkışı uzatılan mikrofonlara, "İncelemeler neticesinde gerekli olan neyse bütün bunlar da yapılacaktır" şeklinde cılız bir açıklama yerine,
 
3 Ocak'ta ise AK Parti grup toplantısında, Genelkurmay ve komuta kademesine "medyaya rağmen teşekkür ediyorum" demek yerine,
 
Bundan yedi yıl önce Şemdinli'de durduğu yerde dursaydı, bugün, "Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" demek zorunda kalmazdı.
 
Tamam, kimse kendisinden Şemdinli olayında yaptığı gibi Uludere'ye gitmesini beklemedi. Ama hata da olsa, kasıtlı da olsa, tuzak da olsa ilk gün vuranın değil, vurulanın yanında dursaydı, bugün özür dilermiş gibi yapmak zorunda kalmazdı.
 
Kelimelerle oynamayalım, eğri oturup doğru konuşalım.
 
Hata yaptığınızda, "Evet, hata yaptım" dersiniz. Özür dilenmesi gereken bir durum varsa da, "özür dilerim" dersiniz.
 
34 gencecik bedenin savaş uçaklarıyla bedenlerinin lime lime yapılmasına kazara da olsa, hatayı itiraf edip özür dilemek ile kurtulamazsınız ama.
 
Özür dileyerek giderebileceğiniz hatalar vardır. Öyle hatalar vardır ki, özür dilemeniz yetmez. Bedel ödemeniz, bedel ödetmeniz gerekir.
 
Erdoğan'ın Pakistan'da yaptığı açıklama, hatanın açıklanması ve yapılan hata için özür dilenmesi mi, orası da pek belli değil.
 
Biliyorum, günlerdir okuyorsunuz ve belki de bıktınız. Ne diyordu Erdoğan Pakistan'da?.. Şöyle diyordu:
 
"Ben izlediğim CD'de bir hareket gördüm. Bizzat izledim. Bir konvoy gidiyor. 30-40 kişi var. O yüksekten görebilmek mümkün değil. Gözcülerimizin, (Heronlar) vermiş olduğu CD. Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımları atmıştır. Bu bölge terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bölge değildir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet mi Mehmet mi bilemez ki?
 
....
 
Bizim silahlı kuvvetlerimiz görevi samimi bir şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir hatanın olduğunu, hatamız olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa tazminat. Resmi tazminatımızın ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar. (22 Mayıs, Yeni Şafak.)"
 
Roboski (Uludere) katliamının ardından altı aydır süren bir soruşturma var. Faciaya giden yolda yetkilendirmenin, yetki kullanımının, ilgili kurumlar ve sorumlulukları belli olduğu halde, Allah aşkına sayın Başbakan, söyler misiniz ne koydunuz yüreği kanayan annelerin önüne!
 
"Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" diyorsunuz.
 
Allah aşkına, söyler misiniz hangi hatayı açıkladınız!..
 
Allah aşkına, açıklar mısınız? "Özrü de açıkladık" derken, ne demek istiyorsunuz...
 
Özür diliyorsanız, Kasımpaşalı gibi ortaya çıkın ve deyin ki:
 
"Evet, bir hata yaptık. Hem de öyle bir hata yaptık ki, bu hatamız bizi mezarımızda bile rahat bırakmayacak!.."
 
"Özür dilerim, ama yetmez. Vicdanlarınızda açtığımız yarayı bir kuru özür dindirmez."
 
"Önce sizlerden hakkınızı helal etmenizi sonra Allah'tan bizi affetmesini dileriz."
 
Diyemiyorsunuz, çünkü ilk günden itibaren yanlış yerde durdunuz.
 
Roboski görüntülerini izleyen Uludere Komisyonu milletvekilleri, "Terörist olmadıkları her hallerinden belli" diyorlar.
 
Milletvekilinin gördüğünü, alanında uzman askerler (veya her kimlerse) nasıl görmez?
 
Diyorsunuz ki, "Silahlı Kuvvetlerimiz bu Ahmet mi Mehmet mi bilmez ki."
 
Öyle bir silahlı kuvvetleriniz var işte... Uzaktan baktığında 'katırı insan, teröristi çoban, kaçakçıyı terörist' zanneden silahlı kuvvetleriniz.
 
İdris Naim Şahin adını taşıyan bir İçişleri Bakanınız var ki, mümkün olsa mezarlardaki parçalanmış çocukların cesetlerini çıkartıp kodese yollayacak.
 
İlk gün "doğru yerde" durmamanın sonuçları bunlar.
 
Aynı gün İçişleri ile ilgili komuta kademesindekilerin kellelerini alsaydınız, "Evet, bir hata var. O hatayı yapanlar bunun bedelini en ağır şekliyle ödeyecek" deseydiniz, -mış gibi yapıyor, -mış gibi söylüyor, -mış gibi davranıyor zorunda kalmazdınız.
 
Pakistan'da konuşana kadar hala bir şeyleri düzeltme şansı vardı.
 
O şans var mı emin değilim artık.
 
Sizler konuştukça vicdanlarımız kanıyor.
 
Bir şey söyleyecekseniz doğrusunu söyleyip, gereğini yapın.
 
Ya da ebediyete kadar susun.
 
Allah aşkına, susun!..”
 
Ali Akel, bu yazısının yayınlanmasından 5 gün sonra Yeni Şafak’tan kovulduğunu Tweet’le duyurdu.
Şöyle diyordu:
 
“Yeni Şafak’taki son yazılar üzerine gazetem ile yollarımızı ayırmak zorunda kaldık.
6 yıl... Muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü ve son beş yıldır da Washington temsilciliği...
16 yıl boyunca, yüklendiğim tüm bu görevlerden onur duydum, onurla yerine getirdim.
ve 16 yıl sonra Yeni Şafak Gazetesi ile yollarımız ayrıldı.
Yuvamdan ve arkadaşlarımdan ayrı bırakıldığım için üzgünüm, ancak vicdanım rahat. Hepsini anlıyorum...
Patronlarımı, yayın yönetmenimi, kardeş bildiğim çalışma arkadaşlarımı, hepsini.
Hepsini anlıyorum çünkü, zor zamanlar vardır ve biz bugün her zaman olduğundan daha da zor bir dönemden geçiyoruz.
Böyle dönemlerde konuşmanın, yazmanın bedeli vardır. Birileri her zaman bu bedeli öder…”
 
Onurlu/vicdanlı meslektaşım Ali Akel’in ‘böyle dönemler’den kastettiği, herhalde AKP iktidarının göğsünü gere gere savunduğu ‘ileri demokrasi’ değil.
Çünkü herkes bilir ki, ileri demokrasilerde hiç kimse düşüncelerini ifade ettiği için, bir gazeteci bunları dile getirdiği için bedel ödemez.
Ali Akel gibi, ondan öncesinde Mehmet Altan, Nuray Mert, Ece Temelkuran’da olduğu gibi, gazeteciler işlerini ‘iktidarı eleştirdikleri için’ kaybetmezler.
Bırakın ‘ileri’sini, demokrasinin ön koşulu, olmazsa olmazı, ‘basın ve ifade özgürlüğünün güvence altında olması’dır çünkü.
‘İleri’den vazgeçtik haydi, ‘demokrasi’ bunun neresinde?
 
Başbakan Erdoğan’ın en küçük bir eleştiriye tahammülünün olmadığını, parti içindeki ‘tek adam’lığını ‘başkanlık sistemi’yle perçinlemek/ölümsüzleştirmek istediğini,
Bu ülkeyi demokrasi ile değil ‘dayatmaları’ doğrultusunda ‘padişah’ gibi yönetme arzusunda olduğunu anlamayanlar, anlamak istemeyenler elbette var.
Lakin… Hiç değilse, en azından…
Eğitimden sağlığa, kaç çocuk sahibi olacağımızdan hangi bayramı nasıl kutlayacağımıza kadar her konuda kendi düşüncelerini dikte etmeye çalışan,
Bu uğurda bütün toplumu kutuplaştırmaktan/çarpıştırmaktan/germekten kaçınmayan,
Sadece ezberleri bozmakla kalmayıp bu toplumu birbirine iyi/kötü bağlayıp çimento görevi yapmış duygu ve düşüncelerin de ayarını bozan Başbakan Erdoğan’ın, bu uğurda
‘Vicdanı hür/kalemi hür’ gazeteciler değil,
‘Tasmasını kendisinin taşıyabileceği’ gazeteciler istediğini anlamış olmalısınız.
Eğer hala anlamadıysanız, ya da anlamanıza rağmen ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ düşüncesindeyseniz; sizinle, ‘sopanın ucu size de dokunduğunda’ tekrar konuşuruz.
‘İktidara yaranma çabasıyla, mesleğinin sorunlarına ve yazdıkları nedeniyle tutuklanan meslektaşlarına’ gözünü kapatan gazetecilere/ ‘maalesef meslektaşız’ dediklerime ise ‘yuh’ olsun!
 
Ruşen Çakır, önceki gün Vatan’daki köşesinde, “AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın, Uludere Roboski faciasının bir an önce aydınlatılması için yazıp konuşan gazetecilere hitaben “akbabalar, tasmalarınızı çıkardık, uluslararası tasma taktınız” türü sözlerini, son derece korkutucu bulduğunu yazmıştı. Çakır, yazısını da şöyle sonlandırmıştı:
“Türkiye basın özgürlüğü konusunda epey sorunlu bir dönemden geçiyor. Çok sayıda meslektaşımız cezaevlerinde. Gazetecilere yönelik davalar bitmek bilmiyor. Gazetecilere tek baskı siyasi iktidardan gelmiyor; sosyal, ekonomik, kültürel anlamda belli ölçülerde iktidar sahibi olan kişi ve çevreler de, gazeteciliğin sınırlarını kendi çıkarlarına göre yeniden çizmeye ve bunu gazetecilere dayatmaya çalışıyorlar.
Bütün bunlara bağlı olarak medyada çok ciddi anlamda otosansür var. Kısacası her geçen gün daha da çölleşen bir medya atmosferi söz konusu. İşte böylesi bir ortamda bu ülkenin en güçlü ismi olduğunda herkesin birleştiği Başbakan Erdoğan’ın, zaten büyük ölçüde elleri kolları bağlı olan az sayıdaki gazeteciye hakaret ederek onları hedef göstermesi tek kelimeyle korkutucudur.
Biz gazetecilere düşense korkmamaktır.”
Değerli meslektaşım Çakır’a da yazdığım gibi;
Ben korkuyorum.
Ben, yazı yazarken de, televizyonda konuşurken de korkuyorum.
Ama ben ‘Kafka’nın böceğine dönüşmekten, zavallı bir Gregor Samsa olmaktan, insan gibi değil de bir böcek gibi yaşamaktan’ daha çok, hatta ölesiye korkuyorum.
Ve bu korkum çok daha ağır bastığı için,
Elimden geldiği kadar, gücüm yettiği kadar yazıyorum, konuşuyorum. Çünkü,
“Sadece nefes alıp veren bir canlı, vicdanı susturulmuş bir insan” olmayı reddediyorum. Mesele, sadece ‘tasmalı bir köpek’ olup olmamakta değil;
Mesele, için için çürüyen bir böceğe de dönüşmemekte çünkü!