GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Filiz SEZER
YAZARLAR
1 Ocak 2021 Cuma

Zamanın göreceliğinde bekleyiş

Bir takvim yılını daha geride bırakırken, iyi dileklerle karşılıyoruz yeni geleni. Bu senenin işi çok zor; depremler, kazalar ve virüs belasıyla geçmiş bir 365 günün olumsuz etkilerini unutturmasını ve artık hak ettiğimiz güzellikleri getirmesini umuyoruz kendisinden.

Daha iyi duygular için yeni bir başlangıç yapma ihtiyacıyla, yeni yılı bu sefer daha güzel ve tatmin edici şeyler karalayacağımızı umduğumuz boş bir sayfa gibi görüyoruz. Dönem başında düzenli tutulan ama aylar geçtikçe sayfaları kırışan, yazıları çarpıklaşan okul defterleri gibi adeta... 

Peki, ellerimizin arasından kayıp giden zamanın doğası nedir? Einstein’dan Hawking’e birçok bilim insanının aklını meşgul edip de henüz kesin bir sonuca ulaşamadıkları cevap mıdır aradığımız?

Bu durumda zamanı algılayış biçimimizi anlamak belki daha önemlidir.

Ünlü antropolog Edward T. Hall, Sessiz Dil adlı kitabında, “bir eylemin gerçekleştiği süre” olarak tanımlanan zamanın, anlam aktarımında önemli bir rolü olduğunu söyler ve zamanı sözsüz iletişimin önemli bir bileşeni olarak ele alır. Zaman, farklı kültürlerde farklı algılanır ve günlük yaşamda farklı şekillerde kullanılır.

Zamanın algılama biçimlerinden biri olan döngüsel zaman, güneşin, dünyanın ve ayın döngüsel hareketleri ile meydana gelen gün, ay, mevsimler ve yıl gibi ölçütlerin sürekli olarak tekrarlanmasından kaynaklanan bir algılama biçimidir. Bu algılama şekline göre zaman değişmez, geçip giden sanılan zaman yine gelir; zaman eskimez, yaşlanan insanlardır. Western filmlerinde tren istasyonunda haftada sadece bir kez gelen treni beklerken şapkasının altında uyuklayan, treni kaçırdığını fark edince hiç istifini bozmadan tekrar uyuklamaya devam eden Meksikalı için sorun yoktur, trene şimdi binemediyse bile nasılsa bir hafta sonra yine binecektir.

Döngüsel zamanın somut olarak algılanması noktasal algılama olarak isimlendirilir. Zaman döngüsel olarak akar ama yaz/kış dönümü, hasat mevsimi, pastırma sıcakları gibi somut kavramlarla yaşanır ve yaşam buna göre planlanır. Gün doğumunda uyanılır mesela, hasat zamanı sonrasında yapılır düğün, kirazların açtığı mevsim doğmuştur çocuk, o kış çok kar yağmıştı ile hatırlanır bazı anılar (2020’nin tüm dünyada nasıl anımsanacağı malum…).

Çizgisel zaman algısında ise zaman iki ucu açık, geçmişten geleceğe süreklilik arz eden bir doğrudur. Zaman dilimlere bölünür, günlük yaşam bu dilimlere göre düzenlenir. Kendi akışı içinde doğal bir yaşam bileşeni olmaktan çıkıp yaşamın merkezine yerleştirilmiştir. Endüstriyel toplum saat-zamanına uygun bir yaşamı norm haline getirmiştir, işte bundan sonra başlar sürekli bir şeylere yetişme telaşımız.

Zaman geçmişte başlayıp geleceğe doğru ilerleyen doğrusal bir olgu ise ilk ne zaman başlamıştır ve bir sonu var mıdır? Bu sorunun cevabını arayanlar sadece bilim insanları değildir kuşkusuz; felsefeciler, şairler, yazarlar da bu konuda pek çok fikir ortaya koymuştur. Mesela Arjantinli ünlü şair ve yazar Jorge Luis Borges pek çok konuşmasında zamanın doğasını hayatı boyunca anlamaya çalıştığını anlatır. Zaman algısını kişisel kimlik meselesi olarak gören Borges, şimdiki halini yaratan geçmişin büyük ölçüde unutulduğu halde bu haliyle kalıcı olmaya çalıştığını söyler ve şöyle sorar “zaman akıp giderken ve zayıf hafızalarımızdan silinip sadece belli imgeler halinde yer alırken, kişinin kendi olmasını sağlayan nedir?” Ona göre zamanın doğası var olan en büyük gizemdir.

***

Zamandan bahsederken mutlaka Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak verilmelidir: “Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında” Bu dizeleriyle bana göre zamanın en güzel tarifini vermiştir Tanpınar. Diğer yandan “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” sözüyle zaman-mekân ilişkisini şairane bir şekilde açıklamıştır.

Mutlak zamanın yokluğunu kanıtlayan bilim insanlarının açıklamalarını bir kenara koyup zamanın göreceliliğini bir de bekleyenden sormak gerek. Yaşamlarımız beklemekle geçiyor bugünlerde. Gelecek güzel günleri, sevdiklerimizle kavuşmayı, oradan veya buradan gelecek aşıyı, sokaklarda özgürce dolanabilmeyi, iyi haberler almayı, adaletin tecelli etmesini bekleyip duruyoruz. Sabahın bir yüz yıl kadar uzak göründüğü geceler de endişe, üzüntü ve korku dolu bekleyişlerin yakıcılığı da hayatın olağan akışında.

Bekleyişler bazen ardına saklandığımız bahaneler olarak karşımıza çıkıyor; ‘hele şu borcu bitireyim”ler, “çocuk okula başlasın da”lar ile erteliyoruz hayatı. Bazen de varlığımızı bağladığımız ama hiç gelmeyecek olan Godot’ yu beklerken çürütüyoruz ömürleri. Bekleyişteki umudu hatırlatan Cesare Pavese’ nin şu sözüne kulak vermek gerek yine de: “Yine de bir uğraştır beklemek. Bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan”

Zamanın sonsuz sarkacında sevinçli bekleyişler diliyorum hepimize. Mutlu yıllar!