GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Filiz SEZER
YAZARLAR
5 Şubat 2021 Cuma

Çalışmaya yakın, insana uzak

Pandemi ile birlikte gelen kısıtlamalar günlük hayatımızdaki pek çok alışkanlıkla birlikte sosyal ilişkilerimizi de değiştirdiği gibi çalışma koşullarımızı da değiştiriyor, en azından beyaz yakalı diye isimlendirdiğimiz grubun önemli bir kısmını. COVID-19 salgınından çok daha önce, özellikle teknolojiyi yoğun kullanan sektörlerde çalışanların talep ettiği esnek çalışma modelinin yaygınlaştığını göremeden evden çalışma gerçeği ile burun buruna geldik.

Salgında toplum sağlığı açısından mecburi olan uzaktan çalışma yönteminin kalıcı olarak devam edeceğini bildiren ilk şirketler olan Twitter, Microsoft gibi dünya teknoloji devlerini irili ufaklı pek çok firma takip etti. Ülkemizde bu anlamda ilk büyük adım Koç Holding tarafından atıldı. Uzaktan çalışma kararının kalıcı hale getirildiği 35 bin çalışanı teknoloji ve proje ekipleri oluşturuyor (Holdingin kendi web sitesinde toplam çalışan sayısı 94.385 kişi görünüyor, yani uzaktan çalışan oranı yaklaşık olarak %35). Bunun dışında toplam mesai saatinin belli bir bölümünü ofiste belli bir bölümünü uzaktan çalışarak tamamlamak olarak tanımlayabileceğimiz hibrit çalışma sistemini zaten belli bir oranda uygulayan firmalar vardı. Bu özellikle İstanbul gibi trafiği ağır bir şehirde oldukça gerekliydi de. Şimdi bu çalışma modelinin de uzaktan çalışma gün sayısının arttırılarakyaygınlaştığına dair haberleri alıyoruz. Bu da bu şirketler için ofis sayısını azaltmak anlamına geliyor (Siz evden çalışırken çocuğunuz çizdiği resmi astığınız masa, sevdiğiniz kahve kupası sizi bekliyor olmayacak elbette).

Bu çalışma modellerinin işyerleri açısından avantajı elbette pek çok masraf kaleminin en aza indirilmesi olacaktır (bu sayede hemen peşine eklenen “böylece bu kriz döneminde personel çıkarmamıza gerek olmuyor” söylemi ise aba atından sopa göstermek gibi duruyor ama şimdilik oraya girmeyelim).

Uzaktan çalışmanın salgın nedeni ile mecburi hale geldiği bu dönemde süreci deneme şansı bulan ve olumsuz bir sonuçla karşılaşmayan firmalar bu kararı normalde verebileceklerinden çok daha hızlı bir şekilde uyguluyorlar. Peki çalışanlar için durum ne olacak? Öncelikle temizlik işçisi, servis ve taksi şoförleri gibi hizmet sektöründen pek çok çalışanın yaşayacağı iş kaybı gerçeği ile karşılaşıyoruz. Böyle durumlarda verilen en beylik cevap “ekonominin talepleri hızlıca değişiyor, buna ayak uydurmak, dönüşmek gerek” şeklinde olur.

Bu cevap belki insan kaynağının eğitimine, Ar&Ge’ ye, üretim teknolojilerine yatırım yapan bir ülke için anlaşılabilir olurdu ancak bizim gibi lokomotif sektörü inşaat haline gelmiş ülkeler için geçerli değil. Beyaz yakalıların kaymak tabakası sayılan plaza çalışanlarının eve dönmesiyle iş yerleri etrafındaki restoran, kafe, kuaför ve sayamadığımız diğer hizmet sektörü çalışanlarının durumunu da eklersek,sosyal bir kriz yaratabilecek durum karşısında böylesine mekanik bir tavrın kimseye faydası olmayacaktır. Temizlik yaparak ailesini geçindirmeye çalışan Ayşe Abla’nın zamana ayak uydurmak için hemen yazılım mühendisi olmasını beklemediğimize göre gerekli değişen iş biçimlerine dair sağlam öngörülerde bulunulmamasının, artan nüfusa karşılık gerçekçi istihdam planlarının yapılmamasının suçunu kişilerde değil yetkili kurumlarda aramak gerekir. İnsan en azından sosyal devlet ne için var demek istiyor.

Evden çalışacak olanların psikolojisinin ne şekilde etkileneceği kişiden kişiye göre değişecektir elbette ama bizi işin toplumsal tarafı ve kurulan yeni üretim ilişki biçimleri ilgilendiriyor ve belli ki uzun süre bu konuyu tartışmaya devam edeceğiz. Önceki yıllarda uzaktan çalışma modeline dayanan pozisyonların iş görüşmelerinde adayın yeterli fiziksel koşullara (an azından özel bir alan) sahip olup olmadığı sorgulanırdı.

Demek ki şimdiki kararlar herkesin bir şekilde bu duruma ayak uydurmasını şart görüyor. Her biri bir ekran arkasında kalan kişiler arasında ekip ruhunu oluşturmak veya korumak için yapılması gerekenlere dair makaleler belli platformlarda yayınlanıyor da. Anlaşılanşimdilik bunun büyük bir sorun olmayacağı varsayılıyor. Oysa zaten kendi emeğine yabancılaşmış olan insan, iş ortamından koptuğunda işine de yabancılaşacaktır. Şimdilik salgınla mücadele ruh hali içinde görmezden geldiğimiz veya geriye attığımız meselelerin sonradan ortaya çıkacak sancılarını konuşmanın da sırası gelecektir mutlaka.

Çalıştığım iş yerlerinde eşimle tanışmış, çok güzel ve sağlam dostluklar kurmuş biri olarak bu meseleye duygusal açıdan yaklaşmadan da duramıyorum. O da benimle aynı şeyleri hissediyordur diye bu duygumu paylaştığım eşimin cevabı “Konu zaten sen değilsin, Y ve Z kuşakları”şeklinde oldu. Birtakım toplumsal olaylardan dışlanacak kadar yaş almış olduğumun ima edilmesi bir parça beni üzse de bir yandan rahatladım. Zira ben hala 10 dakikalık bir molada kahve eşliğinde yapılan sohbetlere, yemekhanede karnabahar çıkınca gidilen köftecilere, göz teması kurarak konuşmaya inanıyorum.

Bir başka önemli konu ise kadın cinayetlerinin artık cins-kırım haline geldiği ülkemizde eğitimli kesimlerde bile şahit olduğumuz toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kadınları hem iş performansı açısından erkeklere oranla daha olumsuz etkilemesi ve hem de ev içinde yaşanan şiddet olaylarının artacağı endişesidir. İstanbul Sözleşmesi’nin otorite tarafından ciddi ve güçlü bir iradeyle uygulanması dışında işveren kurumların da bu konuda belli politikalar oluşturma sorumluluğunu alması gereklidir.

Büyük bir değişimin ortasından geçiyoruz ve her değişim gibi bu dönem de pek çok gerilime gebe. Yaşayıp göreceğiz.