GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
10 Eylül 2023 Pazar

Yunan Kralı Kordon’da rakı içti mi?

10 Eylül 1922 Akşam: İzmirlilerin ona bir sürprizleri vardır: Karşıyaka’daki evi hazırdır. Gazi oraya gidecektir. Kendisi için hazırlanan eve yerleşecektir. İzmirliler Gazİ’ye hediye olarak bir otomobil hazırlamışlardır. Masum bir hevesle bu otomobili, tek parçası görünmeyecek kadar güller, çiçekler, lâleler, sümbüllerle süslemişlerdir. Bir gelin arabası değil, göklerde uçan bir mitologya tanrısının kanatları gibi. Yalvarırlar. Hevesleri içlerinde kalmasın. Gazi bu araba içinde Karşıyaka’ya geçsin...

Üniforma taşımayan, sırma, nişan takmayan, İzmir’e yakaları sıkı sıkıya düğmelenmiş nefti bir pardösüyle giren insan, bu biraz saf, hattâ biraz çocukça tertibi reddedemez. Kimseyi kırmak istemez... Nihayet kafile yola düzülür. Etrafta mızraklı süvariler, arkada maiyet arabalarıyla Karşıyaka’ya yönelinir. Bayraklı tarafında hâlâ İngiliz garnizonları vardır. Nöbetçiler geçene selâm dururlar. Karşıyaka’ya varılır. Muntazam Karşıyaka sitesinde, temiz yollar üstünde, yeşil bahçeler içinde, körfeze bakan beyaz bir köşk. Kral Konstantin de burada kalmış. Köşkün İçi, yatak odaları, yemek odaları, salonlar; İzmir kızlarının, en ince ve en titiz zevkleriyle döşenmiş, süslenmiştir. Onun bütün alışkanlıkları, bütün istekleri, hattâ kahvaltıda, sofrada bulmak, görmek istediği en teferruatlı şeylere kadar inceden inceye araştırılmıştır.  Her şey öylece hazırlanmıştır.

Kafile köşkün önünde durunca Gazi, otomobilden iner. Arkasında yaverleri, maiyeti vardır, Bahçe kapısından köşkün kapısına kadar iki keçeli, beyazlar, pembeler giymiş İzmir kızları, İzmir hanımları dizilmişlerdi. Kızlar, kadınlar, eski Osmanlı kibarlığının en ince hünerleriyle önünde eğilirler. Göz yaşartıcı sözler söylenir. Gazi, adım adım ilerler. Herkese güler yüzlüdür. Herkese mültefittir. Herkesin kalbini ayrı ayrı fetheder, iki sıralı karşılayıcılarının önünden, dünyanın, bu belki en güzel insanı ve çağın en haklı muzafferi hem tevazu hem vakar içinde ilerler. Evin kapısına varır. Mermer merdiven basamaklarını çıkar ve birden durur.

Gözleri sertleşmiştir. Bakışları dumanlaşmıştır. Yüzü donuk ve gergindir. En yakındaki karşılayıcılarına biraz sertçe sorar: “Bu nedir?”

Orta yaşlıca, terbiyeli bir bayan karşılayıcı cevap verir:

“— Yunan bayrağı Paşam! Bu eve yerleşen Yunan Kralı Konstantin, buraya ilk girerken, bu taşlığa serilen Türk bayrağını çiğneyerek geçmişti...”

“— Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak, milletin şerefidir. Ne olursa olsun, yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız!...”

O zaman bütün dünyada akisler yapan ve bugün de Mustafa Kemal’in gittikçe ululaşan beşerî faziletleri hanesine kaydedilen bu olayın konusu olan bayrak yerden kaldırılır. (Bu sahne Rutkay Aziz’in başrolde olduğu filmde canlandırılmıştı) Gazi; beyaz, temiz mermerlerin üstünden, her adımda insanlara bir başka üstünlüğünü gösteren genç bir ilâh gibi ağır ağır yürür, geçer.

***

Karşıyaka’ya yerleşen Gazi Başkumandanın, Kordonboyu’nda da bir çalışma evi vardır. Karargâh gerçi Bornova’da yerleşmiştir. Ama kendisi, merkezdeki bu evden işlerini daha kolay yürütecektir. İzmir’de hayatının en mutlu günlerini yaşar. Artık sivil bir centilmendir.

İnce, narin, altın rengi saçları, tertemiz kıyafeti ve her zaman güler yüzlü davranışlarıyla cana yakın bir genç insan. Onunla karşılaşan hiç kimse, karşısında ceberutî bir muzaffer görmez. Onu sever. Ona bağlanır.

Ama ondan korkmaz. İzmir’in kurtuluşundan hemen sonra İstanbul’dan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla beraber İzmir’e gelen Falih Rıfkı Atay, rıhtımdaki bu evinde onu İlk gördükleri anı şöyle anlatır: “Fethin ikinci günü İzmir rıhtımındayım. Rıhtımda bir yalının alt kat salonunda açık bir pencere. Başkumandanı yanlamadan görüyoruz. Tığ gibi bir asker. Keskin, canlı ve yanık bir yüz...”

“Karşısında ayaküstü selâm duran iki İngiliz subayı. İstanbul'da, bir sözleriyle küme küme insanlar hapse giren, Malta’ya sürülen, evlerinden kovulan, kapı uşakları bile Osmanlı nâzırlarından daha dik konuşan üniformalı İngilizleri, Başkumandana put gibi selâm durur görmek, âdeta içlerimizi soğuttu. Bunlar, büyük rütbeli subaylarmışlar. İnanabilmek için gözlerimin sevinç yaşlarım siliyorum. Zırhlıları da neredeyse rıhtıma yanaşık”

***

İzmir’de o, kendi renkli hayatını yaşamaktadır. Onu İzmir’e girişinin daha ikinci günü, Kordonboyu’ndaki Kramer Otelinde görüyoruz.

O burasını Selânik’in, Beyaz Kule Gazinolarına benzetir. Gençliğinin, Yüzbaşılığının, Kolağasılığının, biraz haşarı, hayatı boyunca unutamadığı, daima özlediği tatlı günlerine kavuşmuş gibidir. O eski günler ki, onları anlatırken, o yaşlarının, o zamanki çevresinin havasına dönerdi. Hattâ o günlerin dilini konuşurdu. O tatlı, biraz yayvan, biraz uzatmalı, fakat mutlaka içerden taşan bir rahatlıkla ve hep gülümseyerek konuşulan Rumeli dilini.

Beyaz Kule hatıralarına daldığı zaman, etrafındakileri bile başka türlü görürdü. Beyaz Kule Gazinosundaki masasını saran o yaman, dinç ve sonra hemen hepsi de bu memleketin hayatında birer suretle sivrilmiş, ün kazanmış, o günkü yüzbaşılar, binbaşılar sanki önünde canlanırdı. Hele konular?... O günkü konular?... Namık Kemal’den şiirler!... Tarihten, edebiyattan tiratlar!... Memleket meseleleri, askerlik meseleleri!...

Hani bir defa masasındakilere: “Bir gün gelecek ben o mevkilerde olacağım ki, seni Başvekil yapacağım, seni Harbiye Nâzırı seni de...” diye mertebeler dağıtmıştı da, ona: “Pekiyi ama Kemal, bize bu mesnetleri vermen için sen ne olacaksın, yoksa Padişah mı?” dedikleri zaman, hiç tereddütsüz: “Hayır, daha büyük, Padişahtan da büyük bir insan!...” demişti ya?

İşte şimdi Beyaz Kule’de değil, fakat İzmir Kordonu’nda etrafında arkadaşlarıyla, gene Adalar denizine bakan Kramer Oteli gazinosunda, bir pencere yanındaki masasına yerleşip içkisini alırken sanki hep o günleri yaşıyordu.

Hattâ bir defasında garsona sorar:

“— Kral Konstantin de bu otele gelip, burada bir kadeh rakı içti mi?

“— Hayır Paşa efendimiz!

“— Öyleyse neden İzmir'i almak istemiş!”

***

Falih Rıfkı Atay, onun bu otele ilk gelişini, aydınlık bir üslûp içinde anlatır: “Otel, yabancı ve yerli Hıristiyanlarla doluydu. Sonradan bize anlattıklarına göre, Mustafa Kemal de şehre girince bu otele uğramış. Ne sırması ne de önünde, ardında koşuşan subaylar, generalleri varmış. Dolu salona girmek isteyince, garson önlemiş, yer olmadığım söylemiş. Fakat müşterilerden biri, tanıyıp da: “Mustafa Kemal!... Mustafa Kemal!” diye bağırınca kalabalık birbirine girmiş.

İhtimal hepsi dağılacaklardı da. Fakat Mustafa Kemal, kimsenin rahatsız olmamasını rica eder. Yanındakileri bir masaya oturtur. Garson mudur, otel müdürü müdür, artık kim önce koşup gelmişse, birer kadeh içki istediklerini söyler… Ve işte o zaman sorar bu gelene, “Kral Konstantin burada içer miydi?” diye...

***

İki gün önce yazdığım gibi 10 ve 11 Eylül 1922’yi anlatan bu bölümü de gerçek tarihçi Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” kitabının 2. Cildinden aldım.

Kramer Palace sadece 3 gün sonra büyük İzmir yangınında tarihe karıştı ama orada yaşanan anılar sonsuza kadar yaşayacak.