GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
8 Eylül 2023 Cuma

Hercai İzmir’in en mutlu günü

Artık yürüyüş hızı, otomobil sürati ölçüsü almıştı denebilir. Nif geçildi. Nihayet bir doruğun başına varıldı: Belkahve... İzmir görünüyordu...Evet, İzmir görünüyordu. İzmir görünmüştü. Gazi Mustafa Kemal Paşayla Fevzi Paşa ve İsmet Paşa otomobillerinden indiler. Karargâh kafilesi arkalarında çevrelendiler. Akdeniz, İzmir Körfezi, Kadifekale ve İzmir ayaklarının altına serilmişti. Körfez yabancı harp gemileriyle doluydu. Fakat İzmir’de hiçbir yangın belirtisi görünmüyordu. Başkumandan, uzun uzun baktı ve:“Bu şehre bir şey olsaydı, çok üzülürdüm”diyebildi.

Paşalar, bir incir ağacının altındaydılar. Dürbünleri ellerinde, hemen hiç konuşmadan İzmir’i, denizi ve ufukları tarıyorlardı. Onlar o dakikalardaki duygularını galiba isteseler kendileri de tasvir edemezlerdi. İzmir’de neler olup bittiği bilinmiyordu. Ama Kadifekale’ye Türk bayrağı çekilmişti. Tam o sırada İzmir istikametinden iki tekerlekli bir İzmir yaylısı göründü... Arabacı koyu mavi efe dizlikli biriydi. Bir köylüden ziyade, şahlanmış bir mitologya cengâverine benzeyen tosun bir hali vardı. Kalabalığı görünce duraladı. Gazi “geldiği yerlerde ne var ne yok?” diye sordu.

Arabacı, karşısındakinin kim olduğunu bilmiyordu. Daha o gün ve o saatte kimse, onun oralarda olduğunu sanmazdı. Arabacının cevabı kesindi: “Ben İzmir’den geliyorum... Bizim süvari şehre taze girdi. Gideceğin varsa ne bekliyon? Yürüsene ağam!.“

Evet, yürümek! O da bunu isterdi. Halbuki piyadenin öncüleri bile o dakikalarda ondan daha gerideydiler... Belkahve’den İzmir’i uzun uzun seyrettikten sonra akşam hava kararırken Nif’e döndüler. Uzaktan mavimsi bir sis ve akşam güneşinin hareli pırıltıları içinde görünen İzmir, herhalde bir mahşer gibi kaynıyordu. Gelenler, gidenler, kaçanlar, göçenler, binler ve binlerce insan için neler getirdiği, neler sakladığı bilinmeyen bir akşamın ilk perdeleri yavaş yavaş şehrin üzerine iniyordu. Nif’te, bir iki basamak merdivenle çıkılır, tek katlı bir eve indiler. Onun oraya ineceğini öğrenen birkaç kasaba kadını bu binaya koşmuşlardı. Ortalığı düzenlemeye çalışıyorlardı.

Halide Edip şöyle yazar: “Gölgeler gibi çekingendiler. Onu o dar girişte görünce, yerlere doğru eğildiler. Sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin uçlarıyle ayakkabılarının tozlarını sildiler. Bir ikisi, o tozlan gözlerine sürdüler ve onların gözlerinden onun ayakkabılarına gözyaşları damladı. Sonra geçip önünde el bağladılar. Ona yaşlı gözlerle uzun uzun baktılar..”

Nif’teki akşam, Gazi’nin İzmir’e girmesinden önceki akşamdır. Halbuki evin havasında olağanüstü hiçbir şey yoktu. Sanki bütün akşamlardan biri. Emirler, emirberler, yaverler, raporlar ve o kadar... Yalnız misafir kaldıkları bu evin masalarına Nifliler öbek öbek üzümler, incirler, kavun, karpuz dilimleri ve ellerinde kalabilen yiyecekleri taşıyorlardı.

***

İzmir’e varılmıştı. 19 Mayıs I9 I9 ’da Samsun’da Anadolu karasına ayak basan yolcu, Erzurum’a, Sivas’a, Ankara’ya ve orada uzunca bir duraklamadan sonra İzmir’e çıkan yolculuğunu, artık tamamlamıştı.

Akdeniz’i, Körfez’i ve o hercai İzmir’i, Belkahve doruğundan doya doya seyretmişti. İzmir onu bekliyordu. İzmir’in kolları ona açıktı, işte o uzun yolculuk buralarda böyle bitiyordu...

Gece inmişti. Nifteki karargâh, gene her günkü hayatını yaşıyordu, ismet Paşa her zamanki gibi dinç, hareketli ve işinin başındaydı. Müşir Fevzi Paşa, gerçi “bir Buda heykeli kadar” sessiz, fakat etrafına emniyet veren bir vakar içinde gene çalışıyordu.

Gazi’ye gelince, o bu akşam, bu her günkü havadan, galiba biraz bunalır gibi oldu. Ve bu gece kendini biraz da sıkan bu karargâh havası içinde isyan eden bakışlarla etrafım süzdü. Sonra maiyetine bağırdı: “ Yahu, İzmir’e girdiğimiz akşamdır bu... Bu kadar sessiz mi olacak? Haydi bari biz kendimiz şarkı söyleyelim...”Ve hep beraber çocuklar gibi şarkılar söylediler.

***

NİHAYET İZMİR!

İzmir’in içinde emniyet ve intizamın yerleşebilmesi için karargâhın birkaç gün Nif’te kalması gerekiyordu. Zaten İzmir tamamen kurtarılmış bile değildi. Güneyde ve kuzeyde hâlâ Yunan birlikleri vardı. İzmir henüz tekinsizdi. Sokaklar, Kordonboyu, rıhtımlar hıncahınç insan kaynaşıyordu. Türkler, Rumlar, askerler, esirler ve hattâ daha esir edilmemiş, ne yapacaklarını şaşırıp sağa, sola seğirten solgun, bitkin Yunan kaçakları!...

Deniz üstündeki kayıklarda, şatlarda, vasıtalarda gene insanlar kaynaşıyordu. Anadolu Rumlarının, ruhî dengelerini kaybetmiş olan erkek çoluk-çocuk, genç, ihtiyar binlerce ve binlerce kalıntıları, artık köklerinden kopmuşlardı. Kendilerini bir gemiye atabilmek, bir vapura sokulmak için, yığın yığın, salkım salkım, üst üste, ne bulurlarsa ona binmek, ona sığışmak için birbirlerini çiğniyorlardı. Fakat limanda onları taşıyacak gemiler de pek yoktu. Gerçi körfez harp gemileriyle doluydu.

İngiliz zırhlıları, Fransız zırhlıları, İtalyan kruvazörleri, torpidolar, korvetler... Fakat ne var ki bunların teknelerine, zincirlerine, merdivenlerine sarılan Rumları bu eski müttefikler, sopalar, süngüler, tekmelerle denize itiyorlardı. Yunanlılar İzmir’e çıkarlarken onların üstüne kanat geren, onları koruyan, İzmir’e, Dikili’ye, Ayvalık’a, Bandırma’ya çıkışlarını kolaylaştıran İngiliz harp gemilerine, şimdi hiçbir Rum, hiçbir Yunan askeri yanaştırılmıyordu.

Çok açıklarda, Uzuncaada arkalarında üslenmiş Yunan harp gemileri ise şehre yaklaşamıyorlardı. Adalardan sokulan bazı küçük Yunan yolcu ve yük gemileriyle İzmirli Rum kayıkçılara gelince, onlar o sıralarda kendi ırktaşlarını, kendi dindaşlarını, kendi hemşerilerini soymakla meşguldüler! Her kayıkta, her gemide bir karış yer, bir avuç altın pahasınaydı!...

İzmir’de Mustafa Kemal’e evvelâ Karşıyaka’da bir köşk hazırladılar. Fakat İzmir’in içi henüz karışıktı. Onun için karargâhın o İzmir’e girmeden belki de birkaç gün şehir dışında, meselâ Nifte kalmasını uygun görmüşlerdi. Ama Öyle olmadı. 9 Eylül gecesini Nif’te geçiren Gazi, 10 Eylül günü İzmir’deydi, Karargâh Bornova’da yerleşti. Kendi arkadaşları ise doğru Hükümet Konağına indiler.

Ordu mensupları, İzmir’in ileri gelenleri, onu karşılarında görünce biraz da şaşırdılar. Onu henüz beklemiyorlardı. Haber çabucak yayıldı. Yabancı konsoloslar, ecnebi şahsiyetler, yeni elbiselerini giyerek onu orada, saygılarla selâmladılar. Ona hararetli tebriklerini sundular!...

Aynı gün, İzmirliler ona ilk ziyaretlerini orada tertiplediler. Hükümet Konağının, üst kat salonunda, bütün sofayı kaplayacak kadar bir sofra hazırlandı. “Minimini ipek bayraklarla, çiçeklerden çelenklerle, renk renk bahçe öbekleri gibi donatılıp, üzerlerindeki mine parıltılı, kayık tabaklara konulmuş yemeklerle baştan başa süslü bir sofra.”

Hükümet Meydanı ise hıncahınç dolmuştu. Alkışlar, “Yaşasın!...”Sesleri göklere yükseliyordu. Erkek, kadın, çoluk çocuk binlerce İzmirli, hattâ henüz kaçamayan Rumlarla, sığınacak bir yer bulamayıp, silâhını, süngülerini atan, derme çatma kıyafetler içinde nice Yunanlı, bu kalabalığın içinde kaynaşarak, bu kalabalığın havasına uyarak bağrışıp duruyorlardı…

***

Okumalara doyamadığım Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” kitabının 2. Cildinin son sayfalarında İzmir’in kurtuluşu sırasındaki Gazi Mustafa Kemal’i böyle anlatır. Gerçek bir tarihçi olan Şevket Süreyya dönemin tanıklıklarına dayanarak yazmıştır bütün kitaplarını. Alınacak ders çoktur…

9 Eylül 1922’nin ruhu önümüzü aydınlatıyor halen!