GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ANADOL
YAZARLAR
2 Şubat 2021 Salı

Siyasal hoşgörü…

1960’lı yılların başında Ereğli Demir Çelik fabrikaları (ERDEMİR) inşaatı başlamıştı. Karadeniz Ereğlisi’nde bir yanı Gülüç Irmağı öte yanı Karadeniz olan dört kilometrekare alan üzerinde dev makineler karıncalar gibi çalışıyordu. ERDEMİR’in yapımını iki Amerikan firması üstlenmişti. Morrison-Knudsen, boyları 35 ile 55 metre arasında değişen ve toplam uzunlukları 516 kilometreyi bulacak çelik kazıkları çakacak, Foster Wheeler Services de genel makine ve teçhizat montajını gerçekleştirecekti.

27 Mayıs devriminden sonra Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü görevinden alınan Süleyman Demirel Morrison firmasının temsilcisiydi. Aynı zamanda yeni kurulan Adalet Partisi’nin (AP) de Genel İdare Kurulu üyesiydi. Süleyman Bey, şantiyesinin başındaydı. Onlarca mühendis ve yüzlerce işçinin maaşlarını ödüyor, yeme içme ve barınma gereksinimlerini karşılıyordu. Şehir merkezinde tanımadığı esnaf, tüccar yoktu.

***

15 Mayıs 1965 günü ERDEMİR törenle açılmış ve üretime başlamıştı. AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın 1964 yılında ani ölümünden sonra toplanan büyük kongrede rakibi Saadettin Bilgiç’i yenen Demirel partinin başına geçmişti. 1965 genel seçimlerinde AP, %52 gibi rekor bir oyla tek başına iktidara gelince Süleyman Bey Başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Aldığı büyük yenilgiden sonra CHP hareketlenmiş ve Ortanın Solu hareketi parti içi iktidar mücadelesine başlamıştı. İsmet Paşa’nın desteğiyle bu savaşımdan galip çıkan Bülent Ecevit de CHP Genel Sekreteri olmuştu. Artık siyasal yaşamımızda Demirel ve Ecevit önemli aktörler olarak sahne alacaklardı. Ecevit Zonguldak Milletvekiliydi. Balıkçı kasabasından sanayi ve işçi kentine dönüşen Ereğli’ye büyük önem veriyor, kenti ortanın solu hareketinin gelecekteki modeli olarak tasarlıyordu. Ben de en güvendiği politikacılardan biriydim.

1969 yılı geldiğinde önümüzdeki yerel seçimlere hazırlanıyorduk. 28 yaşımda CHP İlçe Başkanı seçilmiştim. Bu seçimler benim ilk siyasal sınavım olacaktı. Mevcut belediye başkanı bağımsız adaydı. CHP ve AP güçlü adaylar çıkarmışlardı. Kampanya başlamıştı. Ereğli seçmeni kıran kırana bir mücadeleye tanık oluyordu. AP sözcüleri klâsik bir yönteme başvurarak seçimleri kazanırlarsa kenti iktidar nimetlerinden yararlandıracaklarını söylüyorlardı. Muhalefet için böyle bir şans olmadığını da vurgulamaktan geri kalmıyorlardı. Seçimi almak için son kozlarını oynamışlar ve Ereğli’yi Başbakan Demirel’in kampanya programına aldırmışlardı. Süleyman Bey’in geleceği kesinleşmişti.

***

O gün partiye erken gittim. Belediye binasının birinci katında sağa ve sola uzayan koridorun bir köşesinde CHP diğer köşesinde AP ilçe merkezleri bulunuyordu. İçeriye tanımadığım iki kişi girdi. Erdemir inşaatındaki sıfatı nedeniyle Demirel’in adı Morrison Süleyman’a çıkmıştı. Muhalefet onu böyle tanımlıyor Amerika’nın adamı olduğunu ima ediyordu. Bana “Morrison Süleyman’dan alacağımız var” dediler. “İşçileri için bizden kumanya aldı ve parasını ödemedi. Geldiğinde mikrofonunuzdan borcunu ödemesini isteyeceğiz!” Yüz ifadelerinden izin vereceğim kanısında oldukları anlaşılıyordu. Oysa canım sıkılmıştı. “Sizleri ilk kez görüyorum” dedim. “Burası CHP İlçe Merkezi. İcra dairesi değil. Yanlış yere geldiniz.” Adamlar hiçbir şey söylemeden çıkıp gittiler. Parti görevlisini gönderip güzel bir çiçek buketi yaptırdım ve beklemeye başladım.

Sürekli anonslardan sonra Başbakan gelmiş ve doğru AP ilçe lokaline girmişti. Konuşmasını öğle yemeğinden sonra yapacaktı. Ereğli’nin ünlü kapalı pidesi konuklara sunulan en önemli ikramdı. Elimde buket ilçe merkezine girdiğimde Demirel pidesini iştahla atıştırıyordu. Yanındakiler beni kendisine tanıttılar. “Hoş geldiniz Sayın Başbakan” dedim ve çiçekleri kendine uzattım. Çok memnun olmuştu. Ayağa kalktı hararetle elimi sıktı. Fırsatı kaçırmak istemiyordum. “Efendim” dedim. “Bir konuyu size arz edebilir miyim?” Başını sallayarak onay verince konuşmaya başladım. “İktidar partisinin adayı seçilmezse Ankara’dan yardım alınamayacağına dair sürekli propaganda yapılıyor. Bu doğru mudur?” Demirel durmuştu; herkes ne söyleyeceğini merak ediyordu. Bir süre sonra konuşmaya başladı.

“Türkiye Cumhuriyeti aşiret değildir. Nasıl iktidar partisinin adayı kazanınca normalin üstünde bir muamele yapılmayacaksa, muhalefetin adayı kazanınca da normal haklarını kısmak mevzuubahis olmayacaktır.” Sonra gülerek yüzüme baktı. “Tamam mı?” İstediğim sonucu almıştım. Teşekkür edip izin isteyerek ayrıldım. Partiye giderek arkadaşlardan olumsuz davranışlardan kaçınmalarını istedim.

Demirel’in yanında ulusal basının önemli temsilcileri vardı. Ertesi günü olay bütün gazetelerde yer almıştı. Ecevit telefonla beni arıyordu. “On beş gündür bu konuda Demirel’i sıkıştırıyorum, yanıt alamıyordum. Aferin sana, bu yanıtı alman ülke düzeyinde işimize yarayacak.” İlk sınavımı başarıyla vermiştim. Bu sonuç 28 yaşında ilçe başkanı olmuş genç bir politikacı için çok değerliydi. Müthiş sevinçliydim. Partinin genel sekreteri beni onurlandırmıştı.

***

Üzerinden tastamam 52 yıl geçmiş bir olayı niye anlatıyorum? Emin olun nostaljik bir duyguyla değil! Ülke çapında yaşadığımız hakaret ve küfür dolu siyasal ortamın yarattığı bunalımdan duyduğum üzüntü ile geçmiş günlerin düzeyli politikasını anımsıyorum. O dönemde her şey mükemmel miydi? Herkes sütten çıkmış ak kaşık mıydı? Elbette hayır. Ama bugün geldiğimiz nokta hiç de iç açıcı değil. Bugün bir bakan veya Cumhurbaşkanına değil karşı partinin ilçe başkanı, gazeteciler bile hazretin canını sıkacak soru soramıyorlar. O dönemin içinde yaşamış bir politikacı olarak, “Hırsız, namussuz, alçak, vatan haini, cibilliyetsiz, beşinci kol” sözcüklerinin havada uçuştuğuna hiç tanık olmadım. O dönemde küfür yerine iz bırakan siyasal espriler egemendi.

O dönemde benim gibi onlarca hatta yüzlerce kişi politik yarışa oldukça eşit koşullarda giriyordu. Elbette eksiğiyle gediğiyle günümüzden çok farklı ve değerli yargıç önünde ön seçim yapılıyordu. Bütün partiler sadece milletvekili sayısının yüzde beşi kadar kontenjan kullanabiliyorlardı. Parti yaşamına örgüt egemendi. Örgütte yaratılan heyecan seçimlerde başarının olmazsa olmazıydı. Parti yönetimleri emekli olduktan sonra politikaya girenlerin değil, örgütten gelenlerin egemenliğindeydi.

***

İçinde bulunduğum duyguları nostalji olarak niteleyebilirsiniz. Bence hiç sakıncası yok. Nostalji, geçmişe özlem anlamına gelmiyor mu? Ama demokrasinin doğru dürüst işlediği bir ülkede hedef gelecektir! Siyaset salt iktidar hırsı için değil, gelecek kuşaklar için yapılır. Geçmiş de sadece ders çıkarmak için anımsanır. Üzüntüm de buradan kaynaklanıyor işte!