GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Fikret İLKİZ
YAZARLAR
31 Ekim 2009 Cumartesi

Mayınlar ve ayakkabının bağları

18 Ekim 2009 da Diyarbakır Barosu, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi, Diyarbakır Yerel Gündem’–21 ve Mayınsız Bir Türkiye Girişimi’’nin düzenlediği ’“Mayın Yasağı Anlaşması 1.Ulusal Gözden Geçirme Konferansı’” Diyarbakır’’da Bağlar Belediye Başkanlığı Konferans salonunda yapıldı.’¶
Sessiz, sedasız bir avuç insan, kendi kendilerine konuştular, dertleştiler, tartıştılar’…
 
Önce hiç fark etmedim’…
Bir kişi hafif aksayarak yerine oturdu.
Birisi çok zor yürüyordu’…
Birinin ceketinin bir kolundan eli gözüküyordu, ceketinin diğer kolu boştu, eli yoktu. İki kişi birbirinin koluna girmiş, yapışık ikizler gibi yan yana yürüyordu.
Birinin gözleri görmüyordu, diğerinin bacağı aksıyordu’… İkisi birlikte anca ’“tam’” bir insan ediyordu’…
Çok utandım.
Çok dikkatle toplantıya katılanlara baktım ve utancımdan yerin dibine geçtim! Toplantıya mayın kurbanları da gelmişti’…
Parçalanmış bedenleriyle, sessiz sedasız oturuyorlardı’…
Söyleyecek sözleri vardı.
Çünkü onlar, patlayan mayınların mağduruydu...
 
Yeryüzündeki anti-personel mayınlar;
yüzyılımızın utancıdır, insanlığın ayıbıdır.
 
Dünyanın her yerine döşenmiş olan anti-personel mayınlar her hafta çoğu masum ve korumasız sivilleri özellikle çocukları öldürmekte ve sakat bırakmaktadır’…
 
Dünyanın her yerine döşenmiş olan anti-personel mayınlar; ekonomik kalkınmayı ve yeniden yapılanmayı engellemekle kalmamakta özelikle mültecilerin ve iç göçe maruz kalmış kişilerin yurtlarından olmasına neden olmaktadır’…
 
Dünyanın her yerine döşenmiş olan anti-personel mayınların yerleştirildikten yıllarca sonra bile vahim neticeler doğuracak kadar öngörülemeyen acılara ve kayıplara neden olacağı devletlerin bilgisindedir’…
 
Bu nedenlerle;Birleşmiş Milletler tarafından anti-personel mayınların neden olduğu bütün bu acılara ve kayıplara son vermeye kararlı olan Devletler 18.9.1997’’de Oslo’’da yürürlülük süresi sınırsız olarak hazırlanan ’“Anti-Personel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin Ve Devredilmesinin Yasaklanması Ve Bunların İmhası İle İlgili Sözleşme’”sini imzaladılar.
1 Mart 1999 tarihine kadar imzaya açık tutulan, kısaca ’“Mayın Yasağı Sözleşmesi’” ya da ’“Ottowa Sözleşmesi’” olarak anılan bu sözleşme, 4 Aralık 1997’’den beri yürürlüktedir. Türkiye’’nin 12.03.2003 kabul tarihli 824 sayılı Kanunla katıldığı (RG. 15 Mart 2003.Sayı 25049) bu sözleşmeye, 2009 yılı itibariyle 156 devlet taraftır.
 
Sözleşmeye taraf devletlerden her biri, hangi koşullar altında olursa olsun, hiçbir zaman;
Anti-personel mayın kullanmamayı;
Anti-personel mayın geliştirmemeyi, üretmemeyi, bir başka şekilde edinmemeyi; depolamamayı, elde tutmamayı veya doğrudan doğruya veya dolaylı yoldan bir başkasına devretmemeyi taahhüt etmiştir.
 
Yine bir taraf devlete yasaklanmış bulunan herhangi bir faaliyetle iştigal etmekte olan herhangi bir kimseye, hiçbir şekilde yardımcı olmamayı, cesaret vermemeyi veya bunları teşvik etmemeyi; sözleşmenin tarafı olan devletler taahhüt etmiştir.
 
Sözleşmenin emredici amacı ise; taraf devletlerden her biri, bu sözleşmenin hükümlerine uygun olarak, bütün anti-personel mayınları imha etmeyi ya da bunların imha edilmesini sağlamayı taahhüt etmesidir.
Taraf devletlerin her biri, sahip olduğu veya tasarrufunda bulunan, ya da yetkisi veya kontrolü altında olan depolanmış bütün anti-personel mayınları, mümkün olan en kısa zamanda imha edecektir.
Ancak bu sözleşmeye katılan Taraf Devlet; kendi iç hukukuna göre, sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra, dört yıldan daha geç olmamak şartıyla, kendi topraklarında bulunan mayınları imha etmek veya imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür. Türkiye bu sözleşmeye 2003 yılında taraf olduğuna göre, mayın imha süresini çoktan geçmiştir.
Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra on yıldan daha geç olmamak şartıyla mümkün olan en kısa zamanda ’“Sözleşmeye Taraf Devletler’” mayınları imha etmek ya da imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür.
Türkiye, bu süreyi de kaçırmış durumdadır.
 
Türkiye’’de toprağa gömülü bir milyondan fazla mayın var ve elinde eğitim amaçlı 15.125 mayın bulunduruyor. Ama geçen yıl, bu amaçla 25 mayın kullandı.
 
Bu sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra beş yıl içerisinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından ’“Gözden Geçirme Konferansı’” düzenlenmiştir. Gözden Geçirme Konferansları, devletlerin hesap verdikleri, yaptıkları ve yapmadıklarının sorgulandığı bir toplantıdır’…
Şimdi ikincisi yapılacak. Devletler ve sivil toplum kuruluşları, 30 Kasım ’– 4 Aralık 2009 tarihleri arasında, bu sözleşmenin son on yılda yarattığı etkiyi gözden geçirmek, değerlendirmek ve yapılması gerekenleri planlamak için Cartegena’’da (Kolombiya) bir araya gelecekler.
Türkiye de sözleşme gereğince, ikinci gözden geçirme toplantısına katılacak’…
 
İşte bu yüzden Diyarbakır’’daki toplantı çok önemliydi.
 
Çünkü Türkiye’’de sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl sonra gerçekleştirilen ve ’“Türkiye 1. Ulusal Gözden Geçirme Konferansı’” olarak anılan bu toplantı ’“nelerin yapılmadığına’” dair çok önemli bir toplantıydı.
 
Yaşadığımız yüzyılda savaşlardan geriye kalan insanlık dramında; insanlar ölmesin, sakat kalmasın, ayaklarını, ellerini, gözlerini kaybetmesin, yaşamaya dair umutlarını kaybetmesin ve korkmadan toprağa basabilsin, toprakta gizli mayınlar patladığı için toprak olmasın diye yapılan bir sözleşmenin ana hatlarını yeniden konuşmak ve akılda tutmak gerektiği için bu toplantı düzenlendi.
 
Mağdurlara en yakın kent Diyarbakır’’dı’…
Kolay gelebilsinler diye düşünülmüş; olmadı ve çok azı toplantıya katılabildi’…
 
Yıllardır bu topraklar üzerinde mayına bastığı için yaşamları ve kişilikleri paramparça olmuş insanlarla birlikte yaşıyoruz’…
Benim yurttaşlarımdır kişilikleri ve onurları parçalanan’…
 
Diyarbakır toplantısına katılan mayın mağdurlarından Nesim Öner, Mehmet Öz, Âdem Gülşen ve diğer mağdurlar konuştular, dertlerini anlattılar’…
 
Nesim 10 yaşında, bulduğu mayın patladığı için kolunu ve bir gözünü kaybetmiş. Normal okul kabul etmemiş. Bir sene ara vermiş. Sonra bin türlü zahmetle okulu bitirmiş. İyi eğitim istiyor, ayakta durmak istiyor. 2004 yılında açtığı dava beş yıldır sürüyor’…
Mehmet Şanlıurfa’’da bastığı mayını patlattığı için ’– galiba devlet malına zarar vermekten- 30 milyon para cezasına mahkûm edilmiş. Ayaklarından sakat ve hiçbir ümidi olmadığını söylüyor.
Adem sol gözünü. Sol kolunu yitirmiş’… İş bulduğu için şikayetçi olmamaya çalışıyor’…1997 yılındaki mayın patlamasının ardından, o zamanın parasıyla 6 bin lira tazminat almış açtığı dava sonunda’…
 
’“Ankara’’ya kadar gittik, derdimizi anlattık’… Bizim yüzümüze bile bakmadılar’… Ne oldu diye sormadılar bile’”  dediler. ’“Ankara’’dan başka neresi var?’” diye sordular’…
 
Mayına bastıktan sonra kolunu kaybetmenin ve hayatının nasıl değiştiğini ’“Ne kadar anlatsam anlatabilir miyim acaba? Beni anlayabilecek misiniz?’” diye sordu Adem ve şöyle söyledi:
 ’“Hayatınız bir başkasına bağlanıyor’… Ayakkabı bağınızı artık siz bağlayamıyorsunuz’… Sizin yerinize bir başkası bağlıyor. Kol düğmenizi başkasına ilikletiyorsunuz. Artık sadece başkalarının ve devletin şefkatli davranmasını bekliyorsunuz. Ne şefkat ne de içten hiçbir davranış görüyorsunuz. İşte böyle bir hayat’… Nasıl ifade edeceğimi bile bilmiyorum.’”
 
Hepsi kırılmış ve umutsuz. Hepsi şöyle söylüyor:
’“Devletin benim için yapacağı bir şey yok!’”
Hepsi tek başlarına kalmış olmanın çaresizliğini yaşıyor’…
Unutulmuşluğun acısını anlatırken içleri acıdığı için konuşamıyorlar’…
 
Yitirdikleri bedenlerinin bir parçası değildir sadece’… Kırılan onurları ve kişilikleridir parçalanan.
Mayına bastıkları topraklar üzerinde kendi ecelleriyle ölerek toprak olmak için yaşamaya devam ediyorlar’…
Mayın mağdurlarının onurları kırıktır’…
Onlar yanı başında yaşayan benim parçalanmamış vücuduma bakarak, parçalanmış onurlarına yediremedikleri için, benden ve kimseden hesap sormuyorlar.
 
Tesadüfen bastıkları mayınlardan sonra ayaksız, kolsuz, bacaksız, gözsüz kalmışlar ama değişen hayatlarında onurlu kişiliklerini yeniden onarmak için, her şeye rağmen ayakta kalmışlar.
Ben bu gerçekliği bilmiyorum’… Farkına varmalıyım. 
 
Bir devlet düşünün ki, yurttaşlarını belirli koşullarda ’“kişi’” olmaktan çıkarma yetkisine sahip olduğunu düşünüyor.
Topraklarını mayınlıyor, başka devletlerin insanları topraklarına girmesin diye’… Girerse üstüne bassın, ölsün diye’…
 
Kendi yurttaşları mayına basıyor. Gözsüz kalıyor, kör oluyor.
Ayağı kopuyor, topal kalıyor.
Yurttaş, ’“kişi’” olmaktan çıkıyor, ’“engelli kişi’” oluyor.
Sakat kalıyor.
Devlet, ’“güvenlik adına’” yurttaşlarının bedenlerini, kişiliklerini, onurlarını ve yaşamlarını parçalıyor’…
İnsanın ’“kişilikten’” çıkarılması, insanın onurunun reddi demektir.
 
Bir devlet, ne yurttaşına karşı kendisi tarafından ne de halkına karşı başka bir devlet tarafından böyle bir ’“onursuzlaştırma’” eylemine izin verebilir.
 
Yeryüzü şairi Can Yücel, boşuna dememiş’…
 
’“Bana bir varmış de. / Bir varmış bir yokmuş deme... İçime dokunuyor’”