GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Filiz SEZER
YAZARLAR
26 Kasım 2021 Cuma

Göğe bakma durağında krizler tarihi

Soğuk ve gri bir Ankara sabahıydı, karda yürümeyi hiç tecrübe etmemiş İzmirli ayakkabılarımla Kızılay metrodan çıkmış Meşrutiyet Caddesine doğru yürüyordum. Dünyanınbazı sert gerçekleriyle yüz yüze geleli henüz birkaç ay olmuştu ve her şeyi geride bırakarak hayatımı yeniden inşa edebilme ihtiyacıyla kendimi bu şehirde bulmuştum. Tazecik yaşlarımın yepyeni başlangıcında bir amacım, yanımda çok sevdiğim dostlarım ancak baş edilmesi gereken pek çokderdim vardı.

Yapmam gerekenleri, yapamadıklarımı, nasıl yapmam gerektiğini bilmediklerimi, imkânlarımdan çok daha fazla olan imkânsızlıklarımı düşünürken bir anda kendimi yerde sırtüstü yatarken buldum.O kadar dalgındım ki düştüğümü anlamak bile birkaç saniyemi aldı. Hayatın bazen esprili bir dili vardı ve gökyüzü tüm griliğine rağmen çok güzeldi. Düştüğümü anlamadığım gibi bir türlü kalkmayı da akıl edemiyordum. Orada yerde yattığım sürecekoskaca bir şehirde yapayalnızdım, yanımdan geçen insanların da beni umursadığı yoktu. Gözlerimi gökyüzüne dikmiş dururken gerçekten tüm umutlarını tüketmiş olanların çaresizliğini, o ince çizgiyi aşma sınırının ne olabileceğini iliklerime kadar hissediyordum. Sıkıntılı bir dönemden geçiyor olsam da bir mesleğim, en azından o dönemde beni idare edecek bir işim, önümde koca bir gelecek veofise girer girmez bu hikâyeyi kahkahalarla anlatacak yaşam sevincim vardı; yine deyerde yatarken hissettiklerimi bir daha hiç unutamayacaktım.

Bu “düşüşün” ardından devam eden kişisel küçük mücadelemde neşemi hiç yitirmemiş, gerektiğinde öğün atlamış ama masamdan çiçeklerimi, buzdolabından pudinglerimi hiç eksik etmemiştim. Aylar sonra bir iş seyahatinde ve yine soğuk bir Erzurum sabahında kriz çıktığı haberini aldım. Gözlerimin önünden hayali bir kitapçık hayali bir masanın bir ucundan diğer ucuna doğru süzülürken krizin ne olduğunu algılamaya çalışıyordum. Benim için kriz demek babamın kızgın bir halde bir şeyler anlatırken birbiri üstüne yaktığı (ve bu yüzden ölümün kıyısından döndüğü) sigaralar demekti; yaşanılan sıkıntılar hayatın olağan akışının bir parçası gibiydi. Seyahat bitip eve geri döndüğümde yaptığım ilk market alışverişinde ve sonrasında da krizden nemalanmaya çalışan işveren tepkisiyle krizin ne demek olduğunu gayet açık bir şekilde anlamıştım. Hayat esprili olduğu kadar küstah bir öğretmendi de.

Bütün bunlar olup dururken bir yandan başka babaların gecelik faizlerin nasıl takip ettiğini, bir yerlerden gelen haberlerle el konulacak bankalardan paranın son anda nasıl çektiğini hikayesini dinliyor ve krizin bir başka yüzünü daha görüyordum. Aslında tüm mesele krizi “o şekilde” veya “bu şekilde” yaşayanlar arasındaydı ve unutturulmaya çalışılan sınıf mücadelesindeki yerimi çok net belirliyordu. İşin, konumun, oturduğun yer neresi olursa olsun konu rant yiyenlerle üretenler arasındaydı.

Bu haftayı da yüreğimiz ağzımızda takip ederken pek çokları gibi ben de krizler tarihime daldım. Sanıyorum ki şimdiki zaman krizlerinin ilk göze çarpan özelliği bir grup insana ülkede bir kriz olduğuna ikna etme zorunluluğu ise diğeri dümdüz gerçekleri söylemenin bile tehlikeli bir hal aldığı tuhaf bir korku iklimi. Öyle bir korku iklimi ki “başımıza gelen bu talihsizliklerin” üstesinden gelebilmemiz için porsiyon küçültmeden sayıyla meyve almaya, evdeki termostatın derecesini düşürmekten gerektiğinde soğan-ekmek yemeğe kadar çeşitli fedakarlıklarda bulunarak bilinmez bir düşmana karşı verilecek bir mücadelenin bir parçası olmaya çağırıyor. Kimsenin yere düşmeyeceği onurlu bir yaşam sürme isteği, sağlıklı ve yeterli beslenme hakkı gibi hayata dair şeyler şeytanlaştırılıyor. İstiyorlar ki masmavi bir gökyüzüne doğru bakarak ilerlemek yerine, her gün bir şeyden daha vazgeçerek ve hep en kötüyü referans alarak şükredelim.

Duruma itiraz etme şansımız ise oldukça sıkıntılı. Özenle seçmeniz gereken ifadelerle sosyal medyada kendinizi ifade edebiliyorsanız ne ala. Hiçbir konuda anlaşamayan, birbirine olmadık hakaretler yağdıran farklı tarafların anlaşabildiği tek nokta ise insanların Anayasanın 34. Maddesi ile güvence altına alınan protesto etme hakkını yok sayması. Bunu sadece iktidar istese katılmasam da anlaşılır bulabilirim. Ancak demokrasi vaadiyle yola çıktıklarını söyleyenlerin demokrasiyi sadece 4-5 yılda bir sandık başına gitmesi zannetmeleri ise bence tam bir fiyasko. Kimsenin kimseyi sokağa çağırmasını beklemiyorsak (ve buradan kimseye sokağa çıkılmasını salık vermiyorsak) da silahsız ve saldırısız bir yürüyüş yapanların marjinalleştirilmesini, anayasal haklarımızın bir suçmuş gibi gösterilmesini aklım almıyor. İstiyorlar ki birileri bize neyi layık görüyorsa onunla yetinelim.

Bu kriz ayağı hiç taşa değmemişlerle, çaresizlik nedir bilmeyenlerleumutsuzluğun dibinde ideolojilerine sarılanların dünyasında yaşanan bir kriz. Gözünü bireysel yırtmalara dikmiş, örgütlü bir toplum düşmanlarının dünyasında. Yaşam motivasyonunu hayatın iyiliklerinden, güzelliklerinden değil dış düşmanlardan, korkulardan alanların dünyasında. Neyse, biz yine şairin dediği gibi göğe bakalım.