GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Filiz SEZER
YAZARLAR
12 Kasım 2021 Cuma

Hayat sanattan daha ilginçtir

Herkesin bir şekilde görünür olmaya, kendini hatırlatmaya ihtiyaç duyduğu bir dönemde artık eski üretkenliğini de yitirmiş sanatçıların nereden çıktığını bilemediğimiz açıklamalarına bugünlerde sıkça rastlıyoruz. Nihayetinde, sosyal medya sağ olsun, kimse merak etmiyor bile olsa fikirlerimizi ortalığa dökmek hepimizin hakkı. Eski medya diliyle bu “talihsiz” açıklamalar karşısında gülüp geçmekten sanatçıyı tüm yapıtları, çalışmalarıyla beraber protesto etme veya kayıtsız kalma durumuna kadar geniş bir yelpazede tepki vermek mümkün.   

Sanatçının “halka” örnek olması gibi oldukça demode bir düşüncenin artık geride kaldığını umuyorum. Yine de bir sanatçıyı eserleri ve kendi kişiliği arasında ne şekilde konumlandıracağımız konusunda ortak bir görüş yok gibi görünüyor. Daha birkaç hafta önce bu köşede de konu ettiğimiz Ahmet Güneştekin sergisindeki eserlerin sanatsal ve hatta politik eleştirisinden çok çekilen halayın gündem olması kimi zaman kişisel tavrın estetiğin önüne geçeceğini gösteriyor gibi.  

Sanatsal üretimlerini çok beğendiğimiz halde kişilikleri, politik veya etik tavırları yüzünden pek çok sanatçıya mesafeli durmamız oldukça anlaşılır olsa da kendimizi bir zevkten mahrum etmek gibi bir durum da söz konusu olabilir. Sürekli ilkesel bir duruş sergilemeye çalışmak bizi yargılayıcı, sıkıcı ve katı birer birey yapıyor da olabilir. Kendi adıma bazenbu sınırları çizmekte zorlandığımı da itiraf etmek isterim. Bir Kuzey Avrupa ülkesinde yaşıyor olsaydık -evrensel değerleri ihlal edenler bir yana- sadece politik olarak ayrı kulvarlarda olduğumuz sanatçılara olan tepkimiz muhtemelen şimdiki gibi güçlü olmazdı. İncinmiş adalet duygumuzu en azından kendi sorumluluk sınırlarımızda telafi edebilmek adına sürekli bir tavır alma durumunda buluyoruz kendimizi. Oysa her şeye rağmen, hadi örnekleri başka zamanlardan ve coğrafyadan verelim, İspanya’da faşist rejimi açıkça destekleyen Dali’nin veya yaşasaydı kadınlara olan tavrı yüzünden sosyal medyada lime lime edeceğimiz Picasso’nun eserlerini yok veya değersiz saymamız mümkün müdür?

Sanatçı-sanat eseri ve izleyici arasındaki ilişki özellikle son 60 yıldır sorgulanıyor. Özellikle görsel sanatlar için ele alındığında modernizm ve öncesinde ulaşılmaz olan, anlaşılmasa bile belli bir saygıyla yaklaşılması gereken büyük S ile “Sanat” sıradan insana uzaktadır; müzeler ve galeriler gibi özel mekanlarda sergilenir ve genellikle belli bir seçkin sınıf tekelindedir.

1960’lı yıllardan itibaren sanatın resim, heykel gibi tek bir türe bağlı kalmasına ve sanat eserlerinin sadece müzelerde, galerilerde, sergi salonlarında sergilenmesine itiraz eden sesler yükselmeye başlar. Dada akımı ile eyleme dönüşen bu tepkiler sanatın halktan ve hayattan kopuk ve ulaşılmazoluşuna itiraz eder. Ayrıca sanat eserinin değerinin kimler tarafından ve neye göre belirlendiğine yönelik eleştirilerini de korkusuzca dile getirir (Bknz. Duchamp ve Pisuvar “eseri”)

Diğer yandan sanatı toplumsal ve günlük hayata dahil etmek için seyircinin de sanat eserinin bir parçası olması yönünde eylemler başlatılır. Burada temel düşünce sanatla yaşam arasında bir iletişim kurmak, bunu da tıpkı yaşamda olduğu gibi plansız ve rastlantısal olarak gerçekleştirmektir.

Bu eylemlerin öncülüğünü Amerikalı sanatçı Allan Kaprow’ a dayandırmak mümkün. Aktif ve üretken bir sanatçı olması dışında teorik temel üzerine de çalışan Allan Kaprow, 1959 yılının Kasım ayında New York’ da Reuben Galeride “18 Happenings in 6 Parts isimli performansını gerçekleştirir. Bu sanat biçiminde bir senaryo yoktur, o anki dürtülere göre doğaçlama olarak sürdürülür. Dans, müzik, tiyatro gösterileri bir arada kullanılabilir. İzleyicilerin de katılımı istenir.  

Kaprow bir yazısında hayatın sanattan daha ilginç olduğunu, bu yüzden yaşamla sanat arasındaki çizginin akışkan hatta belirsiz olması gerektiğini yazmıştır.

Kaprow’un başlattığı Happenings (Oluşum) akımı Fluxus, Beden Sanatı, Performans Sanatı, Eylem Resmi gibi akımların da temelini oluşturacaktır.

Fransız sanat eleştirmeni Nicolas Bourriaud, 1998 yılında yayınlanan İlişkisel Estetik kitabında “90lı yılların sanatında izleyici-yapıt ve sanatçı arasındaki ilişkilerin karşılıklı birlikteliğe ve ilişkiselliğe dayalı olduğunu” öne sürer. İlişkisel estetiğe göre izleyici edilgen konumdan çıkarak eyleyen konuma girer. Böylece sanat eser ve izleyicisi arasında bir karşılaşma alanı haline gelir.

Son 60 yılda sanatla izleyici arasındaki ilişki belirsizleşirken sanatçı da eski erişilmez ve gizemli pozisyonunu terk etmiş gibidir. İletişimin bu kadar kolay bir hale gelmesi ve sosyal platformların yaygınlaşması ile sanatçıya verilen tepkiler de araya hiç eleştirmen koymadan doğrudan verilebiliyor.Bir sanat üretiminin izleyicisinin varlığını yok saymasının da bu dönemde bir karşılığı görünmüyor. Bu durumda sadece izleyicinin sanatçıyı değil sanatçının da izleyicisini ne şekilde konumlandırdığı ayrıca önem kazanıyor.