GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Filiz SEZER
YAZARLAR
24 Eylül 2021 Cuma

Atom altından evrene

“Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman  yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe? 
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen 
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte.” *

Antik çağlardaki farklı medeniyetlerden Hayyam’a, Hayyam’dan günümüz çağdaş fizikçilerine kadar insanlığın en çok merak ettiği sorulardan biridir bu: Evren nasıl oluştu ve öncesinde neler vardı? Her ne kadar Ömer Hayyam bu soruna bambaşka bir yorum getirse de bilim tarihi boyunca bu soruya yanıt bulabilme uğruna yapılan çalışmaları adeta taşlarla örülen bir duvarın yükselişi gibi izlemek mümkün.

Günümüzde evrenin nasıl çalıştığını anlamak için atom altı parçacıklarını ve onların arasındaki ilişkiyi çözmeyi amaçlayan yaygın bir görüş var. Evrenin başlangıcı sayılan ve 13.8 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlama’nın saniyenin milyonda biri kadar kısa bir zaman sonrasında etrafa saçılan saf enerji halindeki parçacıklara kütle kazandıran bir madde olması gerekiyordu. Peter Higgs’in 1960’lı yıllarda ortaya attığı bu fikir ancak 2012’de yapılan bir deney ile ispatlanabildi. Enerjiye kütle kazandıran bu parçacığa da Higgs Bozonu adı verildi. Peter Higgs aslında bu parçacığı –uzun yıllar boyunca bir türlü bulamadığı için- Lanet Olası Parçacık olarak isimlendiriyordu. Dilimize yerleşip kalan “Lanet Olası Federaller” yüzünden “goddamn” sözcüğü için ben de farklı bir çeviri kullanmadım, lütfen bağışlayın. Nobel ödüllü fizikçi Leon Lederman yazdığı kitabın başlığı olarak da yer alacak bu ifade, yayıncıları tarafından beğenilmeyerek Tanrı Parçacığı olarak değiştirildi ve bilim insanları arasında değilse de genel anlamda büyük kabul gördü.

Nobel ödülü de getiren bu büyük çalışma gibi pek çok ses getiren ve bilimsel anlamda büyük gelişmelere katkısı olan atom altı parçacıklarına ilişkin çalışmalar, nükleer araştırmalar hızlandırıcılar, çarpıştırıcılar gibi özel sistemler gerektiriyor. Bu devasa boyutlardaki sistemleri kurmak kuşkusuz çok kolay değil. Ülkemizden bilim insanlarının da paydaş olduğu pek çok proje Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu’nda (CERN) yapılıyor. 3.500 kadrolu çalışanı dışında proje bazlı çalışan binlerce kişiye çalışma imkanı sunan CERN şu anda en çok Nobel ödülü çıkaran kurum olarak da anılıyor.

Geçen hafta içinde ana akım medya ve sosyal medya haberlerinde Türkiye’nin CERN’e tam üyelik sürecinden kendi isteğiyle ayrılıp kısmi üyeliğe geçtiği (ortak üye olarak da çevriliyor) konu ediliyordu. Aslında 2015’de kesinleşmiş bu olayın bugün gündeme gelme sebebi ise Güney Kıbrıs’ın tam üyelik sürecinde sona yaklaşmasıyla birlikte olası bir tam üyelik başvurusunda karşılaşacağımız veto ihtimali. 6 yıl önce zaten vazgeçmiş olduğumuz bir sürecin muhtemel bir milli güvenlik sorununa dönüşebileceği konuyu tekrar gündemimize taşımış durumda.

1954 yılında Fransa-İsviçre sınırında, Cenevre’de 12 temel üye ülkenin imzaladığı bir protokol ile kurulmuş olan CERN’in özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının bilimsel alandaki rekabetini güçlendirmesi hedefleniyordu. Bugün 23 tam üye ve 10 kısmı üyesi olan kurumun asıl amacı var olan fiziksel yapının bilimsel keşifler ve teknolojik yenilikler için en etkin şekilde kullanılırken kurulan uluslar arası iş birliği dahilinde bilgi ve teknoloji transferi sağlamak, genç bilim insanları yetiştirmek şeklinde ifade ediliyor.

Higgs Bozonu’nun bulunmasının günlük hayatımıza bir etkisi olmadığına göre CERN’e tam veya kısmi üyelik durumunun görmezden gelinebilecek bir detay olduğu düşünülebilir. Ancak atom düzeyindeki bu çalışmalar nükleer enerji, teşhis ve tedavi amacıyla tıp, biyoteknoloji, nanoteknoloji gibi pek çok alanda kullanılıyor. Bu çalışmalar için gerekli olan hızlandırıcılar gibi özel sistemler sadece CERN de yok; Almanya, ABD gibi ülkeler CERN kadar büyük olmasa bile buna yönelik merkezler kuruyorlar. Türkiye ise var olan tam üyelik niyetinden vazgeçtiği gibi bu alanda yetişmiş çok değerli insan kaynağına sahip olmasına rağmen yatırım yapma konusunda da isteksiz davranıyor. Temel bilimlerin desteklenmediği bir ortamda teknolojinin geliştirilmesi, üretilmesi mümkün olmuyor. Üretilmeyen, ithal edilen teknoloji ise ancak petrol gibi sınırsız gelir kaynağı olan ülkeler için kabul edilebilir oluyor.

Biz yine sözü sanatla bitirelim. Anlaşılmayanı anlaşılır kılan, görünmeyeni görünür haline getiren sanatçılar kuşkusuz bilimsel gelişmelerden de önemli ölçüde etkileniyorlar. Son yıllarda kimsenin dilinden düşmeyen kuantum mekaniğini maddenin ve ışığın atomik ölçekteki davranışının betimlenmesi olarak tanımlayabiliriz. Çok küçük ölçekteki nesneler de gördüğümüz, deneyimlediğimiz hiçbir şey gibi davranmazlar. Kuantum mekaniğinin bilimsel çalışmalar dışındaki yorumlarını bir kenara koyup fizik eğitimi de bulunan ve çalışmalarında doğanın gerçekliğinden etkilenen Alman heykeltıraş Julian Voss-Andreae yorumuna bakalım. Sanatçının 2006 tarihli Kuantum Adamı heykeli maddenin ikili doğasını temsil ediyor ve farklı açılardan bakıldığında neredeyse görünmez oluyor. Doğa herkese farklı şekillerde ilham oluyor.

*: Ömer Hayyam, Rubailer