GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Filiz SEZER
YAZARLAR
19 Kasım 2021 Cuma

Onca yoksulluk varken

Bazen ülke gündemi insanı o kadar biçare bırakıyor ki başkaca herhangi bir konudan bahsetmek mümkün olmuyor. Güncel olaylara kendi penceremden bakmaya çalıştığım bu köşede felaket tellalı olmamak için direnirken bazen mevcut şartlara teslim oluyorum. Bu yazı için bilgisayarımın başına geçtiğimde hep birlikte döviz kuru, MB faiz kararı takip ediyorduk ve aylar sonra kendini yeniden gösteren anksiyetem adeta döviz kuruna bağlanmış gibiydi.

Zaten herkesin birer ekonomist“oldurulduğu”bir ortamda gelişmeleri özetlemek gereksiz bir uğraş. Düşen faizler, artan döviz kurları, yükselen enflasyonlar… günün sonunda rantla değil emeği ile ayakta durmaya çalışanlar olarak hep birlikte fakirleştiğimiz karanlık bir yolda el yordamıyla ilerlerken tünelin ucunda ışık var mı diye birbirimizin yüzüne merakla bakıyoruz.

Emekçilerin omuzlarına binen yüke inat, ekonomi sayfalarında okuduğumuz büyüme haberleri belli kurumların birtakım verileri istediğince eğip bükmesiyle dönüştürdüğü veriler değil. Pandemiye ragmen geçen aylarda rekor büyümeler açıklayan firmaların bilgilerine kısacık bir araştırmayla ulaşmanız mümkün. İstatistiki değerleri tek tek sıralayıp kimseyi sıkmak istemem ancak yine de altını çizmekte fayda var: 2020 verilerine göre nüfusun en zengin %20’lik kesiminin geliri toplam gelirin %47,5’ine karşılık gelirken en fakir %20’lik kesim için ise bu oran %5 civarında. Belirtilen yüzdelik dilimler azaldıkça (örneğin nüfüsun en zengin %10’u ile en fakir %10’u) aradaki fark da artıyor. Kısaca büyüme dediğimiz şey bir servet aktarımının ötesine geçmekten çok uzakta. Yoksulluk son yılların zirvesine ulaşırken asgari ücret 4 kişilk bir aile için hesaplanan açlık sınırının bile altında kalıyor. Ortalama gelirin durumu da çok farklı değil; 2006’da asgari ücret ortamala ücretin %50’sine karşılık gelirken 2019’da bu oran %70’lere ulaşmış durumda. Bu o çok sevilen orta sınıfın eriyip gittiği anlamına geliyor. Yakaların renginin hala beyaz olması, patronların zenginliklerinin arkasına sığınılarak sahip olunduğu sanılan bazı prestijler durumu ne yazık ki değiştirmiyor. Derinden hissedilen bu gerçek pek çok kişide bir diğerinden farklılaşarak “sıyrılma” ihtiyacını doğursa da toplumsal dönüşüm olmadan ulaşılan kişisel gelişimler ile kalıcı bir çözüme ulaşmak mümkün görünmüyor.

Bunca yoksulluğa ragmen bu toplumda hala önemli bir toplumsal patlama yaşanmıyor oluşu sosyolojinin konusu olarak kenarda bekleye dursun yoksulluğun algılanış ve temsil edilişinin yıllara göre değişimini edebiyattan izlemek de mümkün. Yoksulluğun tüm çaresizliği, açıklığı ve eziciliği ile görünür kılındığı anlatımına Yaşar Kemal’den Orhan Kemal’e, Sabahattin Ali’den Latife Tekin’e Türk edebiyatının en kıymetli yazarlarından okurken edebiyatın sağaltıcılığına sığınıyoruz.

Toplumsal gerçekçi yaklaşımların keskinliğine rağmen anonim halk hikayelerinden başlayarak topluma işlenen “yoksul ama erdemli” görüşünün izlerine bugün bile rastlıyoruz (Bknz sosyal medyada yoksul odaların huzur kaynağı olarak lanse edildiği paylaşımlar). Oysa Yeşilçam filmlerindeki fabrikatör babanın kızının kalbini çalan fakir ama onurlu gencin günümüzde hiçbir karşılığı yok; emeğin sömürüsü derinleştikçe kısa yoldan zengin olma hayalleri, doktor değil Youtuber olma hedefleri de yaygınlaşıyor.

Emek sömürüsü kaynaklı ve sınıfsal bir olgu olan yoksulluğun ahlaki değerlerle bezenerek normalleştirilmesi veya katlanılır kılınması yıllardır değişmeyen bir araç olarak görünüyor.

Tıpkı hoşgörünün eşitliksiz bir ilişkiye işaret ettiği gibi acımanın da kibirli bir yanı var. Sigortasız bir çalışma hayatına sürüklenen çocuklardan, çocuklarını saç kurutma makinalarıyla kurutan annelere kadar içimizi ezen onca yoksulluğun erdemli veya onurlu bir yanı yok. Yaşar Kemal’in dediği gibi “yoksulluk bütün insanlığın utancıdır”.

Vincent van Gogh, Patates Yiyenler, 1885