GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Ümit YALDIZ
YAZARLAR
20 Haziran 2013 Perşembe

Gezi’nin muhtemel siyasi sonuçları (1)

Gezi Parkı’nda öylece ‘oturan’ adamlar gaza boğulunca eylemler ‘yürüyen’ adamlarla sürdü sonraki 15 gün boyunca. Gazladılar, copladılar, sulandılar, ilaçlandılar, bombalandılar, kurşunladılar, tutuklandılar ama yürümeye devam ettiler.
Yürümekle yollar da aşındı yüreklerde…
Biri polis dördü genç 5 insanımızı kaybettik. 
Halen travma tedavisi görenler var, gözlerini kaybeden gençler oldu.
Oturana ve yürüyene en şiddetlisinden müdahale eden devlet şu sıralar ‘duran adamların’ dumurunu yaşıyor. Eylem boyunca duvar yazıları ve sloganlarıyla sadece ülkelerinin değil dünya mizahına katkıda bulunan, polisi, devlet şiddetini zekâlarıyla döven Türk gençliği şimdilerde ülkenin dört yanında öylece durarak mesaj veriyor.
Polis şaşkın… Başbakan da öyle…
Durdurulamayan bir durma eylemiyle karşı karşıya…
Önce gözaltına alındılar ama sonra bırakıldılar. ‘Durmak yok….’ sloganıyla 10 yıldır iktidarda kalan Erdoğan’a inat bugünlerde yüz binlerce insan öylece duruyor.
Devletin, başbakanın, siyaset kurumunun durdurulamayan yanlışları karşısında öylece duran adamlar...
Mesele çoktan ‘geziden’ öteye taşındı çünkü. 3–5 ağaçla başlayan kriz biriktirilen her şeyin kusulduğu isyana, yıkıcı bir Tsunami’ye, büyük bir yangına dönüştü.
Bazıları hala farkında olmasa da bu yangını tamamen söndürmek sanıldığı kadar kolay değil. Kolluk güçleriyle, polisle, askerle zaten mümkün değil. Her türlü şiddet etki-tepki prensibiyle daha da büyütüyor yangını.  
Yapılması gereken belli aslında... Her türlü şiddete hemen son verilmeli. Kullanılan dilden, üsluptan biber gazına kadar her türlü şiddete… Şiddetin yerini suhulet, sükûnet almalı… Sakin, itidalli ve sağduyulu olmanın, şapkayı öne koymanın vaktidir. Ve de ‘ben nerede yanlış yaptım’ şarkısını söylemenin… İletişim kanallarını açmanın, ötekini de dinlemenin, birlikte yönetim formülünü düşünmenin… Samimiyetle yeni ve beyaz bir sayfa açmanın…
Hala kamyonu yokuşa süren, arı kovanına çomak sokan demeçleri anlamakta zorlanıyorum.
Türkiye’nin ihtiyacı olanı dün de anlatmaya çalıştım.
Taksim ile Kazlıçeşme’yi yeniden kol kola, omuz omuza getirecek bir anlayış, bir üslup, bir lider, bir parti.   
Aslında demokrasi tarihimize bakınca yaşananların çok da sürpriz olmadığını görüyoruz.
Tek parti döneminden itibaren iktidarın uzun süre aynı ellerde kalmasının hep benzer sonuçları olmuş. Cumhuriyetin ilk 10 yılında bile Atatürk’ün emriyle kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’na halkın akın akın koşmasının altında aynı neden gizli.
Demokrasi ihtiyacından çok siyasi yorgunluk, yılgınlık, bıkkınlık…
İktidar sahiplerinin uzun süre aynı koltukta kalması, bir süre sonra gücün esiri olmaları, halktan uzaklaşmaları, hatta halka acı çektirmeleri benzer isyanları tetikliyor.
Askeri darbe sonucu idam edilen Adnan Menderes’in başına gelenler de çok farklı değil aslında. 10 yıllık iktidarın sonuna doğru otoriterleşen, basını aynı bugünkü gibi kontrol altına alıp belirli bir zümrenin çıkarlarını koruyan anlayış, hem demokratik iklimin ortadan kalmasına hem de ‘adalet’ kavramının bugünkü gibi hemen her noktada zedelenmesine yol açmış. Sonuçta askeri müdahale ve eften püften gerekçelerle gerçekleşen idam bu milletin içine sinmemiş olsa da Menderes’in 10 yıllık tek parti iktidarında çok iyi bir sınav verdiği söylenemiyor. Özellikle de iktidarının son yıllarına doğru…
Ve 1980’ler…
Askeri darbenin ardından oluşan boşlukta Turgut Özal, uzunca bir aradan sonra ‘tek parti’ iktidarına olan hasreti giderdi. Dört eğilim hamlesiyle toplumun geniş kesimlerini kucaklamaya çalışan (Tayyip Erdoğan ve arkadaşları gibi) Özal, 80’lerin sonuna doğru yorulmaya ve de yormaya başladı.
Kaldı ki Özal, demokrasiyi içine sindirme yönüyle bugünkü iktidar sahiplerinin fersah fersah önündeydi. Ama sorun öncelikle demokrasi değil ekonomiydi. Ülkenin her yerinde halkın homurtusunu duymak mümkündü.  
Ve de takvim yaprakları 1989’u gösterdiğinde siyaset geleneğinden gelmeyen, fizik profesörü Erdal İnönü’ye karşı verdiği yerel seçim yarışında ağır bir yenilgi almaktan kurtulamadı Turgut Özal. 67 vilayetten 54’ünde zafer kazanan İnönü’nün partisi SODEP, iki yıl sonra yapılan genel seçimlerde de iktidar ortağı olacaktı.
Ama gerek 1989’da tercih edilen başkanların performansı gerekse de 1991’deki genel seçimdeki vahim hatalar, içine düşülen bölünmüşlük, parçalanmışlık iklimi nedeniyle Türk solu, iktidara giden yolu kendi elleriyle kapatacak hatta rolünü de bugünün iktidarının çekirdeğini oluşturan Refah Partisi’ne kaptıracaktı.
Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere RP, siyasi iktidara giden yolun yerel yönetimlerden geçtiğini kısa sürede kanıtlayacaktı. Gezi Parkı’yla başlayan toplumsal patlamanın biraz da bu perspektiften değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sonuçta toplumsal patlamanın nedenlerini sıraladığımızda karşımıza aşağı yukarı aynı maddeler çıkıyor. Giderek daralan bireysel özgürlük alanları ve otoriterleşen siyasi iktidar bu kez listenin ilk sırasında…
Ama kamu kaynaklarının adil kullanılmaması, zenginliğin belirli bir zümrenin kontrolünde olması da bu isyanın dalga dalga yayılmasında önemli bir faktördür. En basitinden şöyle düşünelim. Bu ülkeyi 10,5 yıldır tek başına yöneten AK Parti’nin ‘Yap-İşlet-Devret’ hariç yaklaşık 2 trilyon dolar gibi devasa bir kamu kaynağı kullandığı biliniyor. Ve de bu kaynakların aşağı-yukarı aynı zümre, cemaat, tarikat yahut teşkilat tarafından kullanıldığı da devlet sırrı değil.  
Öte yandan bürokraside yükselmenin, tutunmanın ve de işe girmenin ön koşulunun da bu iktidarla yahut iktidara yakın yapılarla sıcak ilişkiye dayandığı da biliniyor.
Bugün vergi rekortmeni listelerinin yarısı ‘adının açıklanmasını istemeyen mükelleflerden’ mütevellit… Neden? Çünkü adı açıklanırsa nasıl zengin olduğu da ortaya çıkacak. Yeni bir ekonomik sınıf yaratıldı bu süreçte.
Ve de tepeden tırnağa yeni bir bürokrasi.. Yüksek yargısından genelkurmay başkanına kadar… Yani son dönemde sık sık söz ettiğimiz ‘öteki yüzde 50’ sürekli kan kaybetmeye devam etti. Kamu kaynaklarından pay alamayan, bürokrasiden dışlanan, bırakın ihale almayı taşeron bile olma şansı bulamayan…
Tarikat, cemaat yahut teşkilattan ‘yakinimdir kartı’ bulamadığı için çocuklarını kamuda işe yerleştirme şansı bulamayan… Üstüne 29 Ekim’de coplanan, çeşitli operasyonlarla gözaltına alınan, tutuklanan ve her an dinlenme, izlenme, coplanma, gazlanma korkuyla yaşayan bir ‘öteki yüzde 50’si var bu ülkenin.  Yıllarca devletin sahibi olduğunu düşünen ama son 10 yılda ihmal edilen, üvey evlat muamelesi gören, ötekileştirilen bir yüzde 50… Biraz da o yüzde 50’nin sancısıdır bu isyanı dalga dalya yayan.
*
Ve Türkiye’de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. İlla ki bu süreç kendi kahramanlarını yaratacak belki de kendi siyasi şemsiyesini oluşturacak, ‘adalet’ ve ‘paylaşım’ eksikliğini gidermek adına kısa sürede somut adımların atılması bile sağlanabilecektir.
Türkiye’deki sosyal kriz bugünkü gibi kötü yönetilmeye devam edilirse olacakları tahmin etmek zor değil. Önümüzdeki yerel seçimlerin yani Mart 2014’ün 1989’a yakın bir sonuç doğurması, 2015’teki genel seçimlerin de 1991’in andırması işten bile değildir.
Aradaki ‘cumhurbaşkanlığı’ seçimi ne olacak mı diyorsunuz?
Başbakan Erdoğan, ülkenin yarısıyla alenen kavga ederek Köşk yolunu zaten kendi elleriyle tıkıyor. Erdoğan’ın adaylık inadı yerel seçimin ardından siyasi iktidara en büyük şoku toplumsal muhalefetin tek çatı altında toplandığı, tek adaya kilitlendiği Köşk seçimiyle yaşatabilir.
Bu ortamda yeni Anayasa yapmak zaten mümkün görünmüyor.
Hal böyleyken Türk siyasetinde kartların yeniden karıldığı sadece iktidarda değil muhalefet cephesinde de tamamen karılacağı bir süreç bekliyor bizleri.
 
DEVAM EDECEĞİZ...