GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Ümit YALDIZ
YAZARLAR
19 Haziran 2013 Çarşamba

Bir babayiğit aranıyor!

Ne diyor Cumhurbaşkanı Gül: İmaj için 10 yıl uğraşırsınız, 1 haftada yıkarsınız.
Kime diyor: Gezi krizini yönetemeyen Başbakan Erdoğan’a…
Aslında çok net bir uyarı… Bir nevi hesap sorma hatta… Anlayana…
Bir hafta önce ne demişti: Tarihte bir kesimin diğer kesimi baskı altına alması büyük sancılara, acılara yol açmıştır. Kime demişti? Yine Başbakan Erdoğan’a…
Milli görüş çekirdeğinden yetişenler cenahında Gül, Gezi sürecinden ders alanlardan biriymiş gibi göründü.
‘Göründü’ diyorum çünkü Cumhurbaşkanı’nı bu süreçte ‘oynamakla’ itham edenler de oldu.
Yani zaman zaman işlerin daha da kötüye gitmesini bekliyormuş gibi bir görüntü vermekle itham edenler.
İşler daha da kötüye giderse; kendisini ‘evdeki yüzde 50’nin’ ya da ‘Kazlıçeşme’nin Başbakanı’ konumuna getiren Erdoğan’ın Köşk yolu tıkanır.
Bu da Gül’ün en basit şekliyle Gül’ün yolunu açar. Son bir yıldır ‘öteki yüzde 50’nin de’ Cumhurbaşkanı olduğu yönünde sinyaller veren Gül’ün ‘suhulet’ mesajlarının altında da ‘seçilmiş ilk cumhurbaşkanı’ olma sevdasının yattığı ileri sürülüyor. 2014’e yönelik Erdoğan-Gül rekabeti böyle düşündürtüyor.
Ve de Gül’ün Erdoğan’dan daha tehlikeli olduğu tezi hala konuşuluyor. Hatta Gezi Parkı’na müdahaleye 48 saat ses çıkarmayan ve Alkol Yasası konusunda sukut-ü hayal yaratan Gül’ün Erdoğan’la ‘danışıklı dövüş’ yaptığı bile söyleniyor hatta. İyi polis, kötü polis misali…
Yine de Köşk’ün yani Abdullah Gül’ün Gezi sürecinde Erdoğan’dan çok daha iyi bir sınav verdiğini söylemek zorundayız.
En azından Kazlıçeşme ile Taksim’i bir arada tutma gayretini takdir etmeliyiz.
Bu süreçte takdiri herkesten çok hak eden isimlerin başında tabi ki Kültür Turizm Eski Bakanı Ertuğrul Günay geliyor. Gezi parkıyla kurduğu duygusal bağ, insanları sokaklara döken, tava-tencere balkonlara çıkaran devlet şiddetine en net tepkiyi gösteren ama sesini bir türlü Erdoğan’a duyuramayan Günay, ‘Ben Allahtan korkarım’ diyerek Erdoğan’dan daha çok korkan partililerine de en net mesajı verdi aslında.
İki dudak demokrasisi gereği ilçe başkanından, il başkanına, milletvekilinden, bakanlara kadar herkesin kaderini 10 yıldır belirleyen Erdoğan, kendi yarattığı kitlenin ‘padişahım çok yaşa’ nidalarıyla hata üstüne hata yaptı.
Danışmanı tarafından ‘100 yılda bir gelen ve yedirilmemesi gereken adam’ olarak tanımlanan Başbakan, ‘zaten şişkin olan egosunu’ daha da şişirerek hata yapmaya devam ediyor. Türkiye’nin tamamını partisinin siyasal tabanı gibi teslimiyetçi/teba mantığı üzerinden analiz etmeye çalışan Başbakan, itiraz kültürü ve de demokrasi gibi kavramların da sınırlarını çizme cüretinde bulundu, bulunuyor.
Son birkaç yıldır karşısındaki tüm duvarları (TSK, Yüksek Yargı, YÖK, Köşk vs) yıkan ve gelinen noktada iktidarının sigortası noktasına gelen siyasi muhalefet dışında mücadele edeceği kişi/kurum kalmayan Erdoğan, bizatihi kendisine oy vermeyen yüzde 50’yi hedef alan adımları nedeniyle bu kez köşeye sıkıştı.
Çünkü kişisel hayata müdahale edildiği düşüncesi artık sadece öteki yüzde 50’nin değil AK Parti’ye oy veren eski merkez sağ seçmenin de gündemindeydi. Anketlere bakarsak ‘özel hayata müdahale’ endişesi taşıyan kesimin yüzde 56’ya dayandığını görüyoruz.
Alkol düzenlemesinden 4+4+4’e kadar pek çok konuda ‘ben yaptım oldu’ mantığıyla hareket eden Başbakan, kürtaj, sezaryen gibi ‘kişiye özel’ alana bile müdahale etti.  Akil insanlar heyetinin seçilmesinden, Milli Bayramlar yönetmeliğine kadar tamamen Erdoğan’ın kontrolünde yürüyen ve toplumsal sancılara neden olan adımlar, son bir yılda gereksiz ve orantısızca kullanılan polis şiddeti, özel yetkili mahkemeler üzerinden yürütülen ‘adalet’ kavramının içini boşaltan operasyonlar…
Ve birkaç gündür tartışılan sosyal medya düzenlemesi… Facebook ve twitter gibi tamamen kişinin özgürlük alanına dönük ‘düzenleme’ yani yasaklama kısıtlama iddiaları…
Demokratik bir ülkede bunların tartışılması bile tehlikenin kapıda olduğunu göstermeye yeter.
Kaldı ki zaten sosyal medyaya ilişkin hukuki düzenleme zaten mevcut.
Fazıl Say gibi dünyaca ünlü piyanistimiz Ömer Hayyam’a ait bir rubaiyi twitterden paylaştığı gerekçesiyle 10 ay hapse mahkûm oldu daha bir ay kadar önce…
Tüm bunlar ve daha fazlası bardağı dolduran damlalardı. Ve Gezi Parkı’nda bölge sakinlerinin ‘ağaçlarını koruma’ içgüdüsüyle başlattığı masumane çevre eylemine bile tahammül edemeyen siyasi iktidar ilk etapta Türkiye’yi ardından dünyayı ayağa kaldırdı.
1 Mayıs’ı mabetleri Taksim’de kutlamak isteyen işçiyi ‘çukura düşersiniz’ gibi ‘komik bir gerekçeyle’ engelleyen, ısrar üzerine Adana’dan, Erzurum’dan takviye kuvvet getirtmek suretiyle 22 bin polise milletin gözü önünde acımasızca dövdürerek itaatsizliğin bedelini ödeten Erdoğan, giderek halkın gözünde despotlaşıyordu.
Oysaki sonrasında tam 18 gün boyunca on binlerce kişi tarafından işgal edilen Taksim’de bir kişi bile çukura düşmeyecekti. 1 Mayıs’ın Taksim’inde prova edilen polis şiddeti 30 gün sonra Gezi Parkı’nda tekrarlandığında olanlar olacaktı. Ve kötü yönetilen bu kriz nedeniyle ne yazık ki bugün iki Türkiye fotoğrafıyla karşı karşıyayız.
Kazlıçeşme ve Taksim… Bakmayın siz Taksim’in bugünlerde boş olduğuna… Kapatıldığına… Taksim artık Türkiye’de demokrasinin, özgürlüğün mabedidir. Polis hatta asker gücüyle boş tutulsa da yüreği özgürlük için, demokrasi için çarpan herkesin ruhlarıyla hınca hınç her daim doludur Taksim. Belki o yüzden ‘duran adamların bile’ gözaltına alındığı bir meydanın adıdır bugünlerde.
Çünkü Taksim’e gelenler en azından biber gazını göze alırlar.
Gaz bombası, plastik mermi, hem tazyikli hem ilaçlı su ve tabi ki bolca cop, tekme, yumruk vs… Polisten kurtulsanız arka sokaklarda önünüzü eli sopalı/sakallı sivil muhafızlar kesebilir. Yahut kontrolden çıkmış, çıkarılmış, doldurulmuş, dolmuşa getirilmiş partililer… Ama özgürlük için adalet için demokrasi için oradaysanız daha fazlasını da göze almışsınızdır zaten.
Oysaki Kazlıçeşme’de olmak kolaydır. Kazlıçeşme’de olmak gücün, iktidarın yanında olmaktır. Ulaşımınız, yemeniz, içmeniz en konforlusundan ayarlanmıştır.
Susarsanız su, acıkırsanız anında yemek… Polis mi? Sizi korumak için vardır. Sevgiyle bakar gözlerinize… Bir umutla ayrılırsınız meydandan… En azından kapıya yıkılan kömürü garantilemiş, işe girecek oğlana/kıza sağlam bir referans bulduğunuzu düşünerek.
Daha da şanslıysanız kamudan bir ihale düşer önünüze…
İşte böyle dostlar…
İki Türkiye fotoğrafının yarattığı sancı… Bölünmüşlük duygusu…
Madalyonun iki yüzü kadar uzağız ya da o kadar yakınız birbirimize…
İhtiyacımız olan mı? Türkiye’nin iki yakasını bir araya getirecek bir anlayış…
Kazlıçeşme’nin de Taksim’in de Başbakanı olacak, olabilecek bir lider.
Çünkü Kazlıçeşme’de bizim Taksim de…
Zor mu? Hiç de zor değil…
Ben değişmem, ben buyum diyen Başbakan Erdoğan’ın ‘Milli görüş gömleğini çıkardım, değiştim’ diye haykırdığı günler geliyor aklıma… İktidarının ilk 6-7 yılında attığı alkışlanacak adımları da biliyoruz son birkaç yıldır yarattığı sancıyı da.  
Belki de Erdoğan’ın haklı olduğu en önemli nokta siyaset için getirdiği 3 dönem şartıydı.
Görünen o ki 3 dönemin sonunda insan yoruluyor.
Metal yorgunluğu gibi koltuk yorgunluğu, iktidar yorgunluğu yaşanıyor. Ve Başbakan Erdoğan’ı 10 yılı aşkın iktidarı sürecinde zaman zaman eleştirmiş ama zaman zaman kutlamış, destek vermiş bir gazeteci olarak görüyorum ki; o da yorulmuş, tükenmiş, bitmiş.
Çünkü Gezi Parkı sürecinde gördük ki, Erdoğan’ın refleksleri zayıflamış…
Yoksa Beyoğlu Belediye Başkan adayıyken ‘genelevdeki kadınlardan’ oy istediğini anlatan Erdoğan, gelinen noktada ‘evdeki yüzde 50’ gibi vahim bir hataya düşmezdi.
Kitleleri saran yangını söndürmek dururken ‘çapulcu, alkolik’ gibi daha da azdıracak hakaretleri savurmazdı.
Öteki yüzde 50’nin gönlüne giden yolu en büyük rakibi Gül’e kaptırmazdı.
Hatta iddia ediyorum 2002 yılının Kasım ayındaki Erdoğan olsaydı Gezi Parkı krizini çok rahatlıkla fırsata çevirir, ‘Türkiye’yi dünyada biber gazını yasaklayan ilk ülke’ ilan ederek hem evdekilerin hem parktakilerin başbakanı olmayı başarırdı.
Ama gelinen noktada Erdoğan ‘biber gazını, polis şiddetini’ savunan, ancak ve ancak Kazlıçeşme’nin Başbakan’ı olabilen bir yorgun lidere dönüştü.  
Ya siyasette arkadaşları için uyguladığı 3 dönem şartına kendisi de uyacak ya uzun bir tatile çıkacak yahut psikolojik destek alacak… Başka yolu yok. Bu haliyle Erdoğan hem kendisine hem partisine hem de Türkiye’ye zarar veriyor. Kendi elleriyle, itinayla inşa ettiği siyasi/ekonomik istikrarı tazyikli suyla yerle bir ediyor.  
Yalnız kendi ifadesiyle bunu onun yüzüne söyleyecek bir babayiğit lazım.
Var mı öyle bir babayiğit?
  

 
Not: Artık Gezi isyanının siyasete yansılamalarını konuşma zamanı… Yerel seçime nasıl yansır, yeni bir parti/lider doğurur mu gibi sorulara yanıt arayacağız sonraki yazılarda.