GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
23 Ocak 2024 Salı

Faşizme kayan yeni sağcılar ne istiyor?

Faşizme kayan yeni sağcılar ne istiyor?

Dünyanın yeni derdi yeni sağcılar… Aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin anketlerde yüzde 20’nin üzerinde oy alması hem kendi ülkesinde hem de Avrupa’nın aklı başında siyasilerinde büyük kaygı yarattı.

Dün de yazdım, AfD’li politikacıların kitlesel sınır dışı etmelere yönelik bir “ana plan”ı tartışmak üzere diğer faşizan gruplar ve Neo-Nazi aktivistlerle bir araya gelmiş olması bir anda AB’nin derdi oldu.

Ana akım siyasi liderler AfD’yi kınadı ve on binlerce kişi art arda yedi gece boyunca Almanya genelinde protesto yürüyüşü yaptı. Tüm bunlara rağmen AfD’nin desteği etkilenmemiş görünüyor. Parti, 2024 yılında Almanya’nın doğusunda üç büyük eyalet seçimini kazanma yolunda ilerliyor.

Peki bu ırkçı, sağcı, faşizme eğilimli kişilerin derdi ne?

Öncelikle “yabancıların” ve “kadın haklarında ileri gitmenin” Avrupa’nın kültürünü bozacağını düşünüyorlar. Şöyle bir laf edilir mi; “Hayatımıza yabancıların dahil edilmesi veya kadınların sosyal rolündeki değişiklikler gibi doğaya aykırı bir değişikliğin Batı kültürlerini yok etmesi kaçınılmaz!”

Almanya’da sokaklarda dolaşan bu AfD’li herifler, koyu tenli genç bir kadın gördüler mi “eve git!” diye bağırıyorlar. “Bu yaptığınız ırkçı, yabancı düşmanlığı ve hatta taciz” dediğinizde de “öyle bir şey yok” karşılığını veriyorlar.

Avrupa’daki milliyetçiler 21. Yüzyılda genellikle kendilerini Yeni Sağ olarak adlandırıyor.

ABD’de de bunların başını tahmin edebileceğiniz gibi Trump çekiyor. Fransa’da Le Pen…

Liberallerin ve solcuların Trump veya Le Pen gibi yeni milliyetçileri 1930’ların Nazizmine dönmekle suçlaması çok yaygın. Faşizme yönelik bu tür suçlamalar çoğunlukla “pis komünistler ve pis feministler” cevabını alıyor. Liberallere göre milliyetçilerin hepsi Hitler özentisidir.

Şaşırtıcı şekilde AfD’nin üst yönetiminde çok sayıda kadın bulunuyor.

Bir iletişim sosyoloğu olarak meselenin tarihsel boyutuna bakmak istiyorum şimdi: Fransız Devrimi “insan haklarını” doğurduysa, Napolyon’un sonraki darbesi ve onun “ulus” fikri, tüm erkeklerin değil, yalnızca Fransızların bu haklardan yararlanması gerektiğini savundu. Yarım yüzyıl sonra, milliyetçilik, Otto von Bismarck gibi politikacılar tarafından, siyasi haklara yönelik genişleyen iddiaları, muğlak bir şekilde tanımlanmış bir kimliğin ulusal gerekliliğinin vatandaşlara belirli haklar verilmesine üstün geldiği argümanıyla karşılamak için düzenli olarak kullanılıyordu.

Daha sonra 1897’de Maurice Barrès ortaya çıktı. O, önceki milliyetçi öncülerinkinden daha kısıtlayıcı ulusal kimlik tanımları geliştiren çok spesifik bir dizi milliyetçi fikrin arkasındaki düşünürdü. Onun milliyetçilik fikri sivil aidiyet (Napolyon’da olduğu gibi) veya sadakat (Bismarck’ta olduğu gibi) yerine doğum ve kültüre odaklanmıştı. Araştırmamız, günümüzün Yeni Sağındaki temel fikirlerin köklerinin Barrès’te bulunduğunu ve özellikle onun kültür ve ırksal doğum hakkındaki fikirlerini koruduğunu ortaya çıkardı.

Barrès, bir ulusun kültürünün ve bütünlüğünün “ebedi” olduğunu ve ister dış etkinin ister ilerici politikaların neden olduğu herhangi bir değişikliğin onun ölümüne yol açacağını teorileştirdi. İster sanatta ister kadının rolünde olsun, herhangi bir kültürel değişiklik ona göre büyük problemdi…

?Barrès ve Charles Maurras gibi benzer düşüncelere sahip düşünürlerden ortaya çıkan devlet, aidiyet ve politikaya ilişkin fikirler, ırksal ve kültürel dışlanmanın ulusal hayatta kalma için gerekli olduğunu savunma eğilimindeydi.

Barrès’in ortaya attığı temel fikir, ırk ve kültür arasındaki bağlantıydı. Bu, hayatta kalabilmek için kültürün ve onu üreten ırkın değişmeden kalması gerektiği anlamına geliyordu. Daha da önemlisi, ilerici, modern ya da kültür değiştirici herhangi bir fikrin ulusun varlığını tehlikeye atacağı fikrini ortaya attı.

Bu fikir bugün Yeni Sağ milliyetçiliğin kalbine kadar ulaşmış durumda, bu yüzden yabancılara olduğu kadar liberallere, sosyalistlere, feministlere, ilericilere ve onların kurumlarına da saldırıyorlar.

Bu fikirler ağırlıklı olarak her milleti hayatta kalma mücadelesi veren ayrı bir tür olarak ele alan etno-milliyetçi jeopolitikten yararlanıyordu. Uluslararası ilişkiler, bir ulusun hayatta kalmasının bazen diğerlerinin yok edilmesini gerektirdiği sıfır toplamlı bir oyun olarak görülüyordu.

Dünya maalesef iyiye gitmiyor. Bugün bu kaygılarımı yazdım…