GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
19 Ocak 2016 Salı

Cehennem boş, çünkü tüm şeytanlar burada(*)

“Ölüm bir eve girince sağ kalanları da biraz öldürüyor” demiş ya Peyami Safa.Bu ülke de bizim büyük evimiz ve her gün ölüm haberleriyle biz sağları öldürüyor azar azar… O yüzden yazmakta her zamankinden fazla zorlanıyorum, içinde her daim acı, isyan, öfke, keder olan yazılar fışkırsın istemiyorum. Durmaya, sakinleşmeye, durulmaya çağırıyorum kendimi. Dem çöksün az hele diye bekliyorum.

Yakalandığım bir mesleki fırtına sonrası kayığım battığında bana simit atıp hayatta/ayakta kalmamı sağlamış Diva geliyor aklıma bu aralar.

2007’de, ülkenin böyle balkondan sarkıtılmış halı gibi çırpılmadığı, içte bir karın ağrısı olsa da her gün ölüm haberlerinin birbiriyle yarışmadığı… Ya da öldürülenler için bir şey yapılamadığı duygusuyla utançlardan utancın beğenilmediği günlerde… Fırtınadan kaçıp sığındığım Diva limanı iyi gelmişti bana. Bu kahreden gündemden sanal olarak kaçmaya çalışıyorum belki, aklıma hiç yoktan düşüşü muhtemelen ondan.

Uzaktan uzağa mesafeli izlediğim o magazin dünyasının tam ortasında olmak… Ömrün keyifli/renkli yanları da olduğunu hatırlatmış, siyasetin/medyanın kirinden/pasından uzaklaşıp kendi içime sakince bakmama imkan sağlamıştı sanırım. Nehrin kıyısından akan çere çöpe bakmamı, suyun gücünü/akışkanlığını, eninde sonunda o kirin/pasın akıp geçeceğini akıldan çıkarmama gerekliliğini göstermişti usulca bana… Kimbilir.
Gazetenin o yıpratıcı, gündem ne kadar sarsıcıysa seni de sarsan o müthiş deviniminin/dalgalarının/derinliğinin yerini, haftalık bir magazin/cemiyet dergisinin sakin/güvenli/sığ suları almış…
Küçük dünyam değişince, gündemim de değişmişti.
Bizim köyün (ne kadar varsa artık) burjuvasının keşfine çıktığım, ne yiyip ne içtiklerini, nasıl giyindiklerini, nerede buluştuklarını, neler satın aldıklarını izleyip ‘pırlanta yüzük’le ya da ‘saat’le statüko arasında bir bağlantı olması gibi keşiflere şaşırdığım günlerdi. Yerli sosyetemiz eğleniyor, ben de o fotoğrafların arasında sakince/gülümseyerek ayıklıyordum içindeki çeri çöpü.
Kafamdaki çekmeceleri boşaltıp tenhalaştırmak, artık hiç giyilmeyenler ve giyilmeyeceklerle vedalaşmak, ruha ağırlık veren her tür ilişkiden sıyrılmak/kurtulmak için -çok da umurunda olmayan telaşlar arasında- gereken zamanı vermişti bana Diva. Üstelik sayfalar arasına İzmir’deki hemen her ismin yakından izlediği Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Uğur Dündar gibi isimlerle sohbetler atmamı, gazeteci patron Dinç Bilgin’de olduğu gibi haz aldığım söyleşiler yapmamı sağlayarak…

Meslek hayatımdaki ‘sayfiye’ dönemi bitti nihayetinde.
Bu kadar ‘hoş ve boş’ iş yeter deyip iki yıl sonra kente/karmaşaya/bildik hayata döndüm bile isteye, yeni mesleki limanım Egedesonsöz’e…
Sevgili Pakize Sükan’ın dümenindeki Diva, sağolsun her hafta sonu masama geliyor pırıl pırıl hazır. Bizim köyün sosyetesinin değişimini izliyorum artık kıyıdan. Sermayenin nasıl el değiştirdiğini, paranın iktidarının kimlere geçtiğini, İzmir’in yeni patronlarının kim olduğunu, renklerin nasıl değiştiğini…  Kimselerin incelikleri düşünmeye vaktinin/isteğinin olmadığı o dünyayı…
Kişisel bir mesleki fırtına içinde değilim ama daha vahimi, meslek türbülânsta! ‘Flaş tv’de halay başı’ misali meslektaşlar var tabii de, pek çoğumuzun ağzını bıçak açmıyor.
“İşler sarpa sarıyor. Polisiye filmlerdeki sahnelerden bir benzerinin içine doğru gidiyoruz. Katil, adamı öldürür. Siz de hiç istememenize rağmen berbat bir tesadüf eseri görgü tanığı olursunuz. Katil sizi de görür ve peşinize düşer. Yakalandığınızda yalvarmaya başlarsınız:
“Vallahi görmedim! Billahi görmedim!”
Buna inandıramayacağınız ortaya çıkınca başka şekilde yalvarırsınız:
“Kimseye söylemeyeceğim. Hiç sesimi çıkarmayacağım.”
Bu da olmayınca son yalvarma faslına girilir: “Ne olur acı bana!”
Şimdi büyük kalabalıklar halinde “Vallahi görmedik!” safhasındayız. Zamanla diğer safhalarda da görüşürüz diye tahmin ediyorum. Beyazıt Öztürk’ün yapmak zorunda bırakıldığı açıklama, dilemek zorunda kaldığı özür, sonraki safhalara ne kadar yakın olduğumuzu gösteriyor bana sorarsınız” diye yazmış Ece Temelkuran.
‘İşte katil’ diye bağıranlar, katili ‘kurtarıcı’ olarak kakalamaya çalışanlar, katilden kıyı bucak saklananlar, mağdurların uğradığı zulmün her zerresini içinde hissedip bir şey yapamamanın utancıyla yaşayanlar, cesaret abidesi olup çivi gibi yazı çakanlar deryasında… çalkalanıyoruz böyle.

İsterdim ki Cemal Süreyya gibi  “Sen bakma bu kadar hüzünlü şeyler yazdığıma, ben çok gülerim. Ve gülerken hiç kimse yalan olduğunu anlayamaz” demeyi.
Yalandan da olsa gülemediğimden/gülümseyemediğimden, diyemedim.
Hiç değilse genç arkadaşım Duygu Özsüphandağ Yayman’ın ‘Kendime ait bir oda’ bloğundan seslenen modern zaman Homeros’u Ayşe Kilimci’nin duasını üfleyeyim size, kararan ensenize:
“Ey okur! Azınız çok, bereketiniz bol, gamınız hiç, kışlarınız bahar olsun… Aşk ile…”
                                                                        *
(*) Aldous Huxley