GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
4 Ocak 2016 Pazartesi

Yeni yılı ‘vedalar’la karşılamak…

Uzunca bir süredir, kız kıza buluşmalarımızın konu başlıklarının da değiştiğini gözlüyorum.
Çok değil 3-5 sene önceki buluşmalarımızda...
İçimizden biri kederli/hüzünlü olsa bile; gece, o bir kişinin diğerlerine kısa sürede uyum sağlaması, nemli gözlerini silip kahkahalara eşlik etmesiyle sonlanırdı.
Hayatın her renginin yer aldığı, aşkın/erkeklerin/kocaların/çocukların/patronların eni konu çekiştirildiği, kiloların/diyetlerin tartıya çıktığı, modanın kafasının gözünün yarıldığı, yemek tariflerinin havada uçuştuğu konuşmalardı onlar.
Yeme/içme ve kahkahalar eşliğindeki buluşmaların bir sonrası anında belirlenir, hatta bazı buluşmalara 'prozac gecesi' diye not düşülürdü.
Çünkü öyleydi.
Kimsenin birbirini yargılamadan içini açtığı, sıkıntısını döktüğü buluşmalardan geriye kalan; hafiflemiş, kederi alınmış baharatlı bir hayattı...
 
Yakın zamanda... O gecelerin arası açıldı da açıldı...
Dostluklarda, duygularda değişen bir şey olmasa da değişen durumlar vardı zira.
Bizlerle birlikte yaşlanan annelerimiz/babalarımız; eğer kalabalık bir ailedensek ağabeylerimiz, teyzelerimiz, halalarımız, kuzenlerimiz... Onların kayıpları, hastalıkları, acıları… Her birimizi, içinde dört döndüğümüz kendi fanuslarımızın içine çekiverdi.
Artık yitirilen ebeveylerin/dostların/arkadaşların cenazelerinde daha sık karşılaşır olmaya, yakınlarımızın hastalıklarından, bu süreçte onlara yardımcı olmak adına hayatlarımızı nasıl değiştirdiğimizden bahsetmeye başladık, giderek seyrekleşen kız kıza buluşmalarımızda...
Yaşamı kutsamaktan, ölümü/acıları kutsamaya geçtik kendiliğinden...
Ve bu ağır sorumlulukta kadınlara düşen payın, erkeklerden kat be kat ağır oluşuna isyan ettik...
Arası açık her buluşmada,
Annelerimizin/babalarımızın giderek ufalan bedenleriyle 'ikinci çocukluğa' geçişlerinden... hayatın nasıl da terse dönüştüğünden... Bir zamanlar bize, sonrasında da çocuklarımıza bakan büyüklerimizin, artık bizim bakımlarımıza muhtaç hale gelmelerinin yarattığı üzüntüden... Hastanelerin sık uğranılan yerler haline gelişinden, bunun yarattığı kederden...
Ve bir de 'ya bizi yaşlılıkta nelerin beklediği' kaygısından... Söz eder olduk.
 
Onların 'sonbahar'larının sonu yaklaşırken yaşadıklarımız bize… Bizim için de 'ilkbahar'ların bittiğini anlatıyor çünkü...
Onların bükülen bedenleri, yeni başlayan kol/bacak/omuz ağrılarının bir süre sonra varacağı noktayı hatırlatıyor bize de biteviye.
'Acı çekmeden/çektirmeden' ölümü gözleyen gözleri... Gençken yaşlılardan duyup da kulak arkası ettiğimiz 'üç gün yatak, dördüncü gün toprak' sözünün ne anlama geldiğini öğretiyor; güçlü ve net biçimde...
 
*
Uzun süre önce yazdığım yazının hala güncelliğini koruduğunu gösterdi bana yılın son ayları… Hatta son günleri…
Çok yakınımızda iki ani ölüm yaşayınca, yeni yılın ilk günlerinde bir cami avlusunda buluşunca, kaçınılmaz oluyor hayatın son demi ve son nefes üzerine düşüncelere dalmak. Nasıl oluyor da hiç ölmeyecekmiş gibi daldığımız yaşamları sorgulamak, bizi en çok korkutanın ölümün kendi başımıza gelmesi mi yoksa sevdiklerimizin kayıpları mı olduğu üzerine dalıp gitmek… Kaçınılmaz oluyor.
Egedesonsöz ailemiz, yeni yılı iki ölümle karşıladı yazık ki. Yazı ailemizin büyüğü Ekrem Pakdemirli’nin ölüm haberini aldık önce, ardından sevgili Hanzade Ünuz’un babasının, onun ifadesiyle ‘kuş gibi’ uçup gidişini.
Aynı gün, bir öğle vakti uğurladık ikisini de. Bir kısmımız İlahiyat Fakültesi Cami’sine, bir kısmımız Ahmet Tatari Camisi’nin avlusuna sığıştık, kederleri bölüşmeye, paylaşmaya çalıştık.
Hanzade’nin babası Günhan Amca’yla tanışıklığımız, cami avlusunda göğsümüze takılan, kızının objektifinden yalın bir fotoğrafla oldu. Elini çenesine dayamış, gülümseyerek bakan haliyle…
Ekrem Pakdemirli’yle tanışıklığımsa uzun yıllara dayanıyordu. Benim eğitim muhabirliği, onunsa Dokuz Eylül Üniversitesi Rektör yardımcılığı yaptığı 80’li yıllara. Uzun yıllar Türkiye siyasetine Turgut Özal ile birlikte damgasını vuran, siyasetin en aktif ve en renkli isimlerinden biri olan Ekrem Bey’i, Egedesonsöz’ün kuruluşundan kısa bir süre sonra Torbalı’daki çiftliğinde ziyaret etmiştik sevgili Ümit Yaldız’la birlikte.
Uzun, bilgi dolu, bol kahkahalı röportajda tarımla ilgili müthiş buluşların peşinde koştuğunu, 70 yaşına rağmen, Bilkent ve Başkent Üniversitelerindeki hocalık görevleri ile birlikte İzmir-Manisa-Torbalı-Ankara-İstanbul arasında mekik dokuduğunu yazmıştım. Ve ‘işleyen demir ışıldar’ misali, çok sağlıklı göründüğünü. Zeytin üreticilerine, yeni icadı olan zeytin toplama makinesini tanıtırken makinenin paletine çarparak ağır yaralanması, uzun süren koma hali ve ölümü hazin olsa da… Tesellisi belki de Montaigne’nin sözlerindedir:  Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Öyle uzun yaşamışlar var ki, pek az yaşamışlardır. Doyasıya yaşamak, yılların çokluğuna değil, sizin coşkunuza bağlıdır.”
Daha şiirseli de 32 yaşında ölen ama kısacık ömrüne müthiş bir yaşam biçmiş İranlı kadın şair Füruğ Ferruhzad’ın dizelerinde:
“Hayat kısa, kuşlar uçuyor… Kuş ölür, sen uçuşu hatırla…”
*
Kara haberlerin hiç eksik olmadığı ülkemden…
Yeni yılın ilk yazısının konusu da böyle biraz kişisel, böyle biraz 'ölümlü' oldu ama…
'Merhaba' demek kadar, 'hoşça kal' demek de,
'Başlangıçlar' kadar 'bitişler' de insana ve hayata dair.
'Hiç ölmeyecekmişiz' gibi yaşamaktan, 'yarın ölecekmişiz' duygusuna; yakınlarınızın, dostlarınızın ya da hiç tanımadan hayatımıza bir şekilde girmiş birilerinin ölümleriyle geçiveriyorsun.

Ve her ölümde ‘ölüme hazır olmak’ kavramının, sadece şık bir cümle olduğunu görüp hüzünle gülümsüyorsun…