GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
İhsan Özbelge ÖZDURAN
YAZARLAR
2 Şubat 2022 Çarşamba

Akraba-i taallukat…

30 Ocak Mübadele anlaşmasının 99.Yılında…

Kurtuluş savaşı sonrası 1923 yılında Yunanistan ile Türkiye arasında imzalanan mübadele anlaşmasına binaen…

Yüz yıla yakın bir zamandır Anadolu’yu yurt edinen geçmişimizi rahmet ve minnetle yad etmeye hazırlanırken…

Gündeme düşen bir röportajda, büyük bir infiale yol açan mübadiller ile ilgili söylenmiş olan ifadeler…

Her gün yaşadığımız şaşkınlıklarımıza bir şaşkınlık daha kattı.

Geçtiğimiz günlerde…

İzmir’de, STK larda önemli görevleri olduğu bilinen Sn.Sıtkı Şükürer bir gazeteye verdiği röportajda yaklaşığı ile şöyle diyordu…

“İzmir’e en büyük ihaneti mübadele ile gelenler …Sonra da Anadolu’un çeşitli bölgelerinden gelenler yapmışlardır…”

Ve … Yine yaklaşığı ile şöyle ilave ediyordu…

“Anne tarafım Karşıyakalı, ben üç kuşaktır İzmirliyim… İzmir’de doğdum ama aslım Ankara…Orada okudum, İstanbul'u denedim ve tercihim İzmir oldu…Neticede artıları eksilerinden fazlaydı”

Röportajın tamamını okuduktan sonra cümlelerin içinde yer alan ‘tercih’ kelimesine takıldım kaldım…

Demek ki Sn. Şükürer Ankara’da ya da İstanbul’da kalmayı da tercih edebilirdi…

Ee… ne de olsa….

Kişinin nerede yaşayacağına karar vermesi, günümüzde bir tercih meselesiydi…

Eğer öyle olsaydı…

O büyük şehirlerin yerlisi olduğunu iddia eden, kendisini söz söylemeye muktedir gören bir zat tarafından…

Sn. Şükürer de doğum yeri baz alınarak, o şehre göçle gelmiş bir kişi olarak telakki edilecekti belki de…

Oysa ki …

Mübadillerin yolunun Anadolu’ya ve de İzmir’e düşmesinde bir tercih söz konusu değildi…

Hülasa… Mübadele anlaşması ile Anadolu topraklarına gelen o acılı insanlar

Kendi tercihleri ile bir arayış içine girmemişler…

Ve de doğup büyüdükleri yurtlarını tercihan terk etmemişlerdi…

Röportaj sahibinin…

Takip eden günlerde yaptığı özür mahiyetindeki açıklamasında ise…

“Röportaj esas itibariyle İzmir’imize mübadele sonrası ilk yerleşen kuşaklara yönelik -ki üç kuşak bir İzmirliyim- bir ‘özeleştiri’ amacını taşımaktadır” sözleri…

Daha önce sarfettiği sözlerin bir benzeri ya da anlam bakımından aynısı idi…

Sözü edilen… Mübadele ile gelen ilk kuşaklar …

Yeniden kurdukları onurlu hayatlarında… Yetiştirdikleri nesiller ile…

Bu memlekete… Asker, öğretmen, doktor, hukukçu, mühendis, sanatçı, edebiyatçı, siyasetçi , sanayici, zanaatkar…

Ve daha bir çok alanda çok kıymetli insanlar kazandırmışlardır.

Ve yüz yıldır yapılan evliliklerle ‘ben bu şehrin yerlisiyim’ diyen ailelerle kız alıp kız vererek…

Göbekten bağlı oldukları , bir akrabalık zincirinin halkalarını oluşturmuşlardır.

***

Ailemde de öyle olmuştur…Hep hikaye edilir…

Bu şehrin ve de Karşıyaka’nın yedi göbek yerlisi! olan dedem, eşi vefat edince 1926 yılında ikinci evliliğini Girit mübadili bir hanımla yapar…

Annemin canından çok sevdiği kardeşlerinin annesi…

Derleyen, toplayan, pişiren, ören, giydiren… Ailenin temel direği olan Melek anneannem…

Yine …

1945 yılında… Kızını bir Girit mübadili bir gence gözü kapalı veren, ailesi kuşaklar boyu İzmir’de mukim baba tarafım…

Bütün aile tarafından pek çok sevilen Giritli dünürler… Ve çalışkan, onurlu, dürüst bir damat…

Ve…

Girit mübadili bir haza beyefendinin gelini olma onurunu yaşayarak evliliğimde ellinci yıla doğru yol almakta olan ben…

Genişleyen ailelerimiz… Doğan çocuklarımız… Büyüyen torunlarımız…

Keza…

Cumhuriyet sonrası okur yazar oranının artması ve sanayileşme sürecinin başlamasıyla…

Anadolu’nun her bir köşesinden tayinle / göçle gelen ailelerle yapılan evliliklerle…

Bir asra yakın bir zamandır… Komşumuz ya da hısımımız olmuş…

Ya da kuşaklar boyunca… Akraba-i taallukat mefhumu içine girmiş…

Bizi biz yapan bu kıymetlerimizin hayatımızdaki mevcudiyetlerini düşünürken….

Sn. Şükürer’in, mübadillerle ya da Anadolu’dan göçle gelenlerle…

Böyle bir göbek bağının ya da kan bağının olup olmadığını…

Düşünmeden de edemedim.

***

Düşüncelerimde …

Çocuklarıma, torunlarıma nakletmeyi görev bildiğim hatıralarda buluştum…

1985 yılıydı…

O zaman yetmişbeş yaşını doldurmuş olan Girit doğumlu kayınpederim…

Elinde Yunanistan vizesi ile mühürlenmiş pasaportu.. Büyük bir sevinçle geldi eve…

Yaş haddinden dolayı Yunan konsolosluğundan nihayet vize almaya hak kazanmış…

Girit’in en doğusunda yer alan Sitia şehrindeki evlerini bulmaya…

Ondört yaşında ayrıldığı, doğduğu topraklara gidiyordu… Çocuk gibi sevinçliydi…

“Her şey gözlerimin önünde, dün gibi” diyordu… Bir balıkçı kasabasıydı Sitia…

Babamın sahilde dükkanları vardı…

Kefaluka denilen yakın bir köyde de bağlarımız bahçelerimiz…

Denize inen merdivenli bir sokaktaydı evimiz…Tam karşısında da bir kilise…

Annem üst katta, denize bakan odada tezgahta battaniye dokurdu…

Hani o, şimdi çok severek kullandığınız kırmızı battaniyeler …

Acılarını düğümler gibi atardı annem her bir ilmiği…

Yüzyıllardır…^Osmanlılardan beri buradaydık…

Lakin… Girit katliamında çok kayıplar verdik… Azaldıkça azaldık…

Bir gün gideceğiz buralardan diyordu babam …Atatürk çağırmış bizi …

Gideceğiz mutlaka… Buralarda bu mezalime katlanmak zor…

Vakit gelip çatmıştı… Çıkmıştık yola…

Sanki geri dönecekmişiz gibi annem sıkı sıkı kilitlemişti evin kapısını…

Kucağında kırk günlük kızkardeşim ve kundağının arasına yerleştirdiği Kuran-ı Kerim

Arkamıza baka baka inmiştik sokağın merdivenlerinden …

Müslüman Türkler ve Rum Ortodokslar karşılıklı yer değiştirecektik…

Gidiyorduk…

Dinimizi ve soyumuzu korumak için dilini bilmediğimiz Anadolu topraklarına…

Sandık sepet, denklerimizle Gülcemal gemisini bekliyorduk limanda…

Büyük dayım, yıllar önce İstanköye kaçırmıştı ailesini, katliamda…

Teyzem ve çocukları Rodos’a kaçmışlardı… Yıllardır ayrıydık zaten akrabalarla

Özleyeceğimiz bir tek evimiz ve hatıralarımız olacaktı… Bir de Rum komşularımız…

Çocukları ile amcalarım, dayım, annem, babam ve üç kardeşimle geliyorduk anavatana….

Hastaydı dayım… Gemide verdi son nefesini… İki yakanın ortasında sulara gömüldü bedeni…

İstanköyden, Rodos’tan, Girit’ten… Balkanlar’dan…

Suyun öte yanından acı bir rüzgar savurmaktayken bizi ordan oraya…

Atatürk çağırdı da… Esaretten özgürlüğe geldik biz…

Ve bütün akraba-i taallukat buluştuk… Sarıldık, kucaklaştık Türk topraklarında…

Sonra ikinci dünya savaşı yılları başladı… İki kez askere çağrıldım…

Dört yıl askerlik yaptım ben şanlı Türk ordusuna…”

***

Yol boyu.. Yaşanmış bir tarih anlatıyordu babamız, hiç yorulmadan…

Gemi Kandiya Limanına vardığında, çocuklar gibi heyecanlıydı, yerinde duramıyordu…

“Hemen Sitiyaya geçelim” dedi… “Sonraki günler geliriz buralara…”

Bir otomobil kiraladık…Mükemmel konuştuğu Yunancası ile her işi kolaylıkla hallediyordu…

Yunan alfabesini sevinçle okuyor, trafik tabelalarını rahatlıkla takip ediyordu…

Yüz elli km doğuda Sitiya şehrine doğru yol alırken büyük bir merakla etrafı seyrediyordu…

“Geldik” dedi, işte burası… Bir meydanda indik arabadan…

Bu dükkan babamındı… Balık alım satım işi yapardı…

Yandaki dükkanda da dayımın bakkaliyesi vardı…

Merdivenli sokağın başından… O hep anlattığı kilise görünüyordu…

Heyecandan tir tir titreyerek çıktı basamakları, yolun sonundaki evin kapısına yapıştı…

“İşte bu ev… Burası benim yetmiş beş sene önce doğduğum, ondört yaşıma kadar yaşadığım ev..”

Karşıki evin penceresinden merakla bakan kadına seslendi… “ Kalimera…”

“Kalimera” diyerek cevap verdi madam…

Konuşmaya başladılar…

Kayınpederim düzgün bir dil ile anlatıyordu neden burada olduğumuzu…

“Katalaveno” diyerek elinde bir anahtarla geldi yanımıza ve kapıyı açtı Yunanlı madam…

“Katalaveno, Katalaveno…Anlıyorum.. Anlıyorum..”

“Çünkü biz de Türkiye’den geldik buraya mübadele ile… Milas’tan”

Tadilat görmüş, iki katlı ahşap evin kapısı birşeyler söyler gibi gıcırdayarak açıldı…

“Fransa’da yaşayan bir avukat yazlık olarak kullanıyor burayı… Bütün bir kış ben ilgileniyorum evle…” diyordu madam…

İlk iş, kararlı adımlarla evin arka tarafındaki mutfaktan bahçeye çıktı babamız…

Bahçenin sokağa açılan kapısının dibindeki limon ağacından bir limon kopardı izin isteyerek…

Ve tüm odaları, elinde sımsıkı tuttuğu o limonu koklayarak dolaştı…

“Bizden kalma” diyordu…Gözyaşlarını kalbine akıtarak…

“Bu limon ağacı bizden kalma…”

Elverişli rüzgarı ile Alaçatı gibi sörf merkezi olmuş bu güzel şehirde kaldığımız sürece…

Babamız çok mutluydu…

Kâh… Meydandaki kahvehanede hasır sandalyelerin üzerinde oturarak…

Yerli halkla derin sohbetlere daldı saatlerce…

Kâh… Sokak aralarında dolaştı, uzun yürüyüşler yaptı sahil boyunca …

Her karşılaştığı ile konuştu, sarıldı, kucaklaştı…

Çok şükür… Vize verdiler geldim , gördüm diyordu… Dünya gözüyle…”

İzmir’e döndüğümüzde ise…Farklı bir heyecan içindeydi…

Bir rüya anlatır gibi, bütün akrabalarına sürekli anlatıyordu…

Yıllarca alamadığı vizeyi nasıl alıverdiğini… Evlerini nasıl da buluverdiğini…

Babasının diktiği, bahçedeki o yediveren limon ağacını…

Çıktığı Kefaluka köyündeki bağlarının halâ aynı durduğunu…

O, hep aynı heyecanla anlattı, biz hep can kulağı ile dinledik…

Her seferinde, iyi ki gittim gördüm diyerek başlayan sözlerini…

İyi ki Atatürk çağırmış da gelmişiz diyerek tamamladı…

Büyük bir minnettarlıkla… Son nefesine kadar…

Ben de… Büyük bir saygı ve minnettarlıkla diyorum ki sizlere …

Topluma yön veren bu hikayelerinizi geleceğe nakletmek de bizim görevimizdir…

Zira…

Bu şehre / bu vatana en büyük ihanet; geçmişi iyi okuyup, gelecek kuşaklara doğru nakletmemektir…

İyi ki… Selanik’ten, Girit’ten, Üsküp’ten, Kavala’dan, Priştine’den…

Bu acılı, bu onurlu hikayelerinizin rüzgârı ile özgürlüğe yelken açıp gelmişsiniz bu topraklara…

İyi ki sizlerle akraba olmuşuz… Helal etmenizi dilediğimiz emekleriniz pek çok…

Varlığınızla renk kattınız, yetiştirdiğiniz nesillerle ışık saçtınız bu vatana …

Sabrınız ,metanetiniz ,gayretiniz, çalışkanlığınız, onurlu duruşunuz sizlere cenneti müjdelesin…

Mahşere kadar… Ruhunuz özgürlükler içinde gezinsin.