GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
3 Nisan 2011 Pazar

Son biçtiği ölüm oldu…

Bir defileyi izlerken,
Genç, güzel, su perisi gibi kızlar, birbirinden güzel giysileri salınarak podyuma taşırken,
Boğazınıza bir yumruk tıkandığı olduğu hiç?
Ya da o giysilere bakarken sevinçten, gururdan ağladığınız?
O giysilerin hangi koşullarda biçildiğini/dikildiğini, o teğellerin hangi türküler eşliğinde atıldığını, onlara bakarken onları yaratının gözlerinin nasıl parladığını, yüreğinin nasıl aşkla, heyecanla attığını hayal ettiniz mi ya da?
“Köylü işi yapıyor” dedikoduları narin kalbini pek çok incitse de… İnatla, ısrarla yoluna devam eden, iğne oyalarına, ipek bürümcüklere, tel kırmalara sevdalanmış, ama sahiden sevdalanmış bir kadın tanıdınız mı?
Ege köylerini adım adım dolaşıp son kuruşunu bile o “köylü işleri”ni satın almaya yatırmış, ömrünü o köylü işlerinin modasını yaratmaya adamış bir kadın?
 
Çok eskilerde… Büyük Efes Oteli’nin önünde çam ağaçlarına sarılıp her baharda açan deli pembe begonvilin aşkına aşık olmuş, o aşkı kumaşlarla giysiye dönüştürmüş,
Sonra o begonvil kuruyunca, sanki en büyük aşkını kaybetmişçesine ağlamış, kuruyan dal için gözyaşı dökmüş bir kadın… Gördünüz mü?
Herkesin sıradanlaştığı, tepeden tırnağa birbirine benzediği, kopyalaştığı, ikizleştiği, taklitleştiği bir dünyada, narin elleriyle “bize ait/bizden olanı” yaratan, bu uğurda sağlığını eksilten ama inancıyla, vefasıyla, inceliğiyle, hiç bitmeyen sevgisi/dostluğuyla hep dost çoğaltan/biriktiren bir kadın…
Tanıdınız mı?
 
Ben tanıdım.
O akşam, onun defilesini izlerken gözyaşlarımı yine tutamadım.
O küçük dev kadının, ‘dünyaya/insana/yaşama dair’ yarattıklarını içime nakşederken, onunla bir kez daha gururlandım.
Ve Esin Yılmaz gibi insanlar az olduğu için, dünya işte tam da bu yüzden kötü bir yere dönüştüğü için,
Bir kez daha kahırlandım…
 
Meslek yaşamımda Esin’le ilgili kaç yazıya ya da kaç habere imza attım, bilmiyorum.
25 yıl boyuca birbirimizi hiç üzmediğimizi, hiç kırmadığımızı, hiç kızdırmadığımızı, hiç yalnız bırakmadığımızı, kederde ve sevinçte, kahırda ve kahkahada hep yan yana olduğumuzu biliyorum sadece. Bir de… Ne kadar çok seversem seveyim; O’nu ‘kendi gibi’ anlatmayı beceremediğimi…
Bu yüzden, kendi satırlarındaki Esin Yılmaz’a bırakıyorum sözü.
O’nu, o güzel yüreğinden/kaleminden tanımanız için…
* * *
 
UMUDA TEĞELLENMEK…
 
Doğduğum köyün adındaki ironiye bakar mısınız?
AKBABA…
Neler düşündüğünüzü biliyorum.
Varlığını diğer canlıların yok oluşlarıyla sürdüren ve görümce, kayın bilmem ne değil… AKBABA
Sanırım burada başladı hayatla tezatım. Bir kuşun adında, doğduğum köyde…
Peki nedir tezat?
Zıtlaşma, tersleşme mi; yoksa en güzeli, en doğruyu, çirkinleşmeden, eğrilmeden bulma çabası mı?
Bir hemşire olabilirdim oysa, ya da doktor ya da sekreter…
Bir teğelle bağlanmayı seçtim bugüne, daha küçücük bir çocukken.
Elim kalem tutamazken, adımı yazamazken bağlandım hayata bir iğnenin ucunda…
 
O iğnenin ucunda, çocukken diktiğim ve hayatı gördüklerine inandığım bez bebeklerden birine dönüştüm ben de belki de…
Dünyayı en güzel haliyle görmeleri için cam boncuklar dikerdim onlara sıkı sıkıya… Kendime de mi diktim ne?
 
Bir ömür görmedim ben yalanı, dolanı, riyayı…
Yani görmedim demeyelim de, bakmadım galiba onlardan yana… Almadım içime onları… Geçemediler cam göz boncuklarımdan içeri…
Fırsat vermedim yayılmalarına hayatıma…
 
Rengarenk teğellerle tutundum ben hayata…
Cam boncuklar, kuru dallar, kestane kabukları ve kozalarla teğellendim hayata…
Ben Esin, Esin Yılmaz…
Şimdi umutla umutsuzluk arasında sığındım Kordon’da bir buluta…
Sıkı sıkı diktim umudu umutsuzluğa…
Bekliyorum…
* * *
 
3.5 yıl önce, vücudunu usulca sarmış hastalığı ortaya çıktıktan sonra, dostlarının canla başla çalışarak organize ettiği bir defile sonrası yazmıştım bu yazıyı Diva’da, “Para yerine dost biriktirmiş bir kadına…’
Yetim bıraktığı oyalardan, bürümcüklerden, tel kırmalardan… öksüz bıraktığı dostlarından biriyim artık.
Kordon’da umutla sığındığı bulut, aldı götürdü uzaklara, çok uzaklara taşıdı Esin’imizi…
O bulutun içinden, gözlerimizden yağmur olup indi cami avlusuna.
‘Hayata teğelle tutunan kadın’; acılarına, bir hastane odasında kordonlara/serumlara bağlı, bakıcılara/doktorlara/hemşirelere bağımlı bir hayata ‘hayır’ dedi. Ruhu vücuduna söz geçiremeyince…Bıraktı.
“Kumaşlarımı biçemeyeceksem, her bir giyside kendimi yeniden yaratamayacaksam, aşık olduğum bu kentin sokaklarında özgürce yürüyemeyecek, sokak terzisi olamayacaksam… Kordon’unda gün batımı seyredemeyecek, ciğerlerimi iyot kokusuyla dolduramayacak, tenim Mordoğan’ın, Karaburun’unun serin sularını bir daha hissedemeyecekse… dostlarımı sadece bu beyaz/soğuk/ilaç kokulu duvarlar arasında göreceksem, üzeceksem… Neden yaşayacağım” dedi gözleriyle bize günlerce…
“Çok sessiz
Kimseler yok
Çıt yok
Yalnız dost palmiye
Yarı tozlu yarı parlak
Yüzüme bakıyor
Haydi diyor
Git sen de
Sessiz ol
Dışım evet ama
İçim olmuyor
Olmuyor” diye yazıp; “yapacak ne çok iş, yaşayacak ne çok hayal var ama bedenim beni dinlemiyor” diye hayıflanarak gitti.
Bizi hem çoğaltıp hem yıkıp geçti…
Güzellik yaratan elleri, son bir gayretle kendisi için ‘son’ biçti. Ölümü giydi…
 
Güzel arkadaşım artık Güzelbahçe’de, bir karış toprağın altında. Oradan fısıldayacak bize hayata/insana duyduğu aşkı. Bazen bir çam kozalağından, bazen bir kestane kabuğundan bir kozadan, mor sümbülden iğde ağaçlarından, bazen boncuk oyalarından, hiç giyemediği gelinliklerden, yayımlanmamış şiirlerinden...
“Bitmeyen yollar gibi bitmeyen Eylüller
Ama ben biteceğim. Size kalan, aşkım olacak
Anarsınız belki
Sağlam, sevgili aşkım…”