GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
21 Mart 2011 Pazartesi

Mutfağın anlattıkları…

Kendinizi sakinleştirmek, içiniz çok karıştığında kafanızın içindeki çekmeceleri yerli yerine oturtmak için hanginizin yoktur ki sihirli formülleri?
Bilgisayarda saatlerce kağıt karıp fal bakmakdan tutun da gün doğumundan batımına deniz kıyısında olta atmaya, bacakları tutmaz olana dek yürümeye ya da bir tane toz tanesi bırakmayana dek yerleri ovalamaya varan… Yüzlerce rahatlama/rahatlatma formülü.
Hayat, Hansel ve Gretel masalında olduğu gibi zira; dönüş yolu için bırakılan ekmek kırıntıları orman kuşları tarafından yendiği için, yolumuzu kaybedip yeni yollar bulmaya çalışıyoruz durmaksızın.
Kah çalıların arasından geçerek, yüzümüz gözümüz çizilerek, kah serin, cıvıltılı patikalardan, bazen son sürat otobanlardan… Hangisinden gidersek gidelim, molaya ihtiyaç var.
Ama en çok da çalıların arasından geçerken, elimiz kolumuz çizikler içinde kalırken, kanamaları yara bantları ile kapatmak gerekirken… Bir istasyon, bir el yüz yıkama yeri, bir sigara içimlik soluklanma arıyoruz.
 
Mutfağın o kaçış noktalarından biri, hatta çok önemlisi olduğunu, bir süre önce keşfetmiş biriyim aslında.
Her şey yolundayken, bildik/göz kapalı yapılabilen yemeklerle süratle girip/çıkılan… Yeni bir yol bulma sıkıntıları yaşanırken ise nasıl uzun/meşakketli yemeklere eşlik ettiğini, yeni denemelerin tam da içte doğum sancıları yaşanırken yapılışını tesadüflere bağlayamayacak kadar çok zaman geçirdiğim mutfağın, bir romanın merkezi olmasına pek de şaşırmadım bu yüzden… “Dünyanın merkezi bilim adamlarının dediği gibi dev bir demir küre değil, her evin mutfağı” sözünü yadırgamayışım da bundan ötürü zaten.
İzmir doğumlu, Dokuz Eylül Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı mezunu genç yazar Aslı E. Perker’in üçüncü romanı “Sufle”yi iki gecede okuyup bitirirken, yemekle/ruhum arasında nasıl uyumlu bir paralellik olduğunu düşündüm sık sık.
Mutfağı girdiğim ilk yıllarda, nasıl da ‘annemden farklı’ yemekler yapacağım diye didinirken, son yıllarda bütün kaygımın neredeyse ‘anneminkine tıpa tıp benzeyen’ yemekler yapmak olduğunu, onun lezzetlerinin onunla birlikte ölüp gitmemesi için uğraştığımı, ‘her kız eninde sonunda annesine dönüşür’ tezinin aklıma ne kadar çok takıldığını…
Hangi hayal kırıklıklarını mutfakta hangi yemeğe dönüştürürdü,
çok sevindiği zaman ya da çok sevindirmek istediğinde hangi yemeği pişirirdi?
Parmaklarımı yediğimiz, damak çatlattığımız o yemeklerin büyüsü, hep o derin kederinin/mutsuzluğunun yansımasıydı acaba?
Çok mutlu, hayatı mutfak dışında şekillenmiş bir kadın olsaydı söz gelimi, o yemekler o kadar lezzetli olur muydu yine de?
Mutlu kadın ellerinden ortalama yemekler, mutsuz kadınlardan şahane yemekler mi dökülür acaba?
 
Hayal kırıklıklarının en keskin sembolünü ve iyileşmek için en güzel ilacı bir yemek tarifinde/ suflede bulan üç kırık kalbin öyküsünü okurken, çok dolaştım kendi kalbimde. Merkezimde…
Şaşırtıcı bir keşfe hazırsanız, yaşadığınız evi/ülkeyi/dünyayı bir süreliğine olsun unutmak, bu paldır küldür hayattan, bu itiş kakıştan kaçıp uzaklaşmak istiyorsanız… Hatta bir koza örüp içinde bir süreliğine yaşamak geçiyorsa içinizden… ‘Sufle’, sizin de kitabınız…   
Tırtıldan kelebeğe dönüştürmese de sizi… Bir kuytuluk yaratacağı, hayatı başka bir pencereden gözlemenizi sağlayacağı. Garanti.