GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
28 Ekim 2023 Cumartesi

Cumhuriyet ve Müzik Devrimi

Gazi Mustafa Kemal çevresindekilerle sohbet etmeyi çok severdi. Bir gün “en zor devrimin hangisi olduğunu” sormuş tatmin edici bir yanıt alamayınca kendi sorusunu kendi cevaplamıştı: “En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, şahsa önce kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir aleme yönelmeyi gerektirir ... Çok zor ama, yapılacaktır.” (Sadi Irmak; Atatürk’ten Anılar, O Günlerden Bu Günlere Bir Bakış… )

Dönemin dünyaca ünlü tarihçilerinden Emil L. Ludwig, bir söyleşi sırasında Atatürk’ e, Batının tekseslilikten çoksesliliğe geçebilmek için 400 yıl beklediğini söyleyince karakteristik bir tepkiyle karşılaşmıştı: “Bizim o kadar beklemeye vaktimiz yoktur!” (Sadi Yaver Ataman; Atatürk ve Türk Musikisi)

Böyle bir devrimin neden gerekli olduğunu ve nasıl yapılacağını da Atatürk 1 Kasım 1934’teki Meclis açılış konuşmasında anlatmıştı: “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün acuna dinletmeye yeltenilen musiki bizim değildir. Onun için yüz ağartıcı değerde olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu yolda Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.”

Halk müziğinin aranması, aynı zamanda da çağdaş kültürle işlenmesi ve yeni bir şekle sokulması fikri Ziya Gökalp’e aitti. Anadolu’da, köylerde yaygın olan halk müziği Türk harsının bir parçasıydı ve Türklerin Arap medeniyetinin etkisi altına girmesiyle alaturka denilen müziğe dönüşmüştü; oysa şimdi Türkler yeni bir medeniyeti, Batı medeniyetini kabul ettiğinden, müziklerini de bu medeniyetin kurallarıyla işleyeceklerdi: “O halde milli musikimiz memleketimizdeki halk musikisiyle Garp musikisinin imtizacından doğacaktır. Halk musikisi bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve Garp musikisi usulünce armonize edersek hem milli hem de Avrupai bir musikiye malik oluruz.” (Cem Behar; “Ziya Gökalp ve Türk Musikisi” )

Aynı yıl Anadolu’da halk müziği derleme gezileri başladı, yetenek sınavı açılarak devlet tarafından yurtdışına sanatçı ve öğretmen olarak yetiştirilmek üzere öğrenci gönderildi. 1926 yılında Darülelhan’ın adı İstanbul Belediye Konservatuvarına dönüştürüldü ve “Doğu musikisi” bölümü kapatıldı. Bu yıllarda birçok kent ve kasabada bando ve korolar kuruldu, 1932’ den sonra bunlara halkevleri koroları ve mandolin takımları eklendi. Bu arada radyolarda Türk Sanat Müziği çalınmaz oldu. Gizli bir el yasaklıyordu sanki geleneksel müziğimizi... Ama bu durumdan Gazi’nin de çok üzgün olduğu bir süre sonra anlaşılacaktı…

Vasfi Rıza Zobu, yasağın hala geçerli olduğu sırada bir akşam Paşa’nın sofrasındayken, onun isteği üzerine alaturka bir parça söyler ve bitirince, masadakiler le birlikte tedirginlik içinde neler olacağını beklemeye başlar. Şöyle der Atatürk: “Ne yazık ki benim sözlerimi yanlış anladılar ... Ben demek istedim ki, bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini onlara (Batılılara) da dinletmek çaresi bulunsun ... “Türk’ ün nağmelerini kaldırıp atalım da sadece Batı milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize maledelim, yalnız onları dinleyelim” demedim. Yanlış anladılar sözlerimi, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki, ben de bir daha lafını edemez oldum”

HEMŞEHRİMİZ SAYGUN’DAN İLK OPERA: Aralık 1934’te ilk Türk Operası sahnelendi.  İran şahının ziyareti için genç Türk bestecilerine çok kısa sürede operalar bestelemeleri söylenmişti. Türk ve İran uluslarının kardeşliğini anlatan Özsoy destanı, Atatürk’ün isteği üzerine Adnan Saygun tarafından bestelendi.

Ancak arkası gelmedi. Bu işlerin eğitim olmadan sağlıklı büyüyemeyeceği anlaşılmıştı… Berlin’de talebe müfettişi olan Cevat Dursunoğlu’na bir talimat yollandı ve konservatuvar kuracak bir uzman bulması istendi. Dursunoğlu kısa bir araştırmadan sonra, dönemin en ünlü orkestra şeflerinden Wilhelm Furtwangler’le temas kurmaya çalıştı, ancak şef randevu bile veremeyecek kadar meşguldü. En büyük hobisinin arkeoloji olduğunu öğrenen Dursunoğlu, Türkiye’deki kazılardan birkaç nadide parça getirtip bunları şefe armağan etmek istediğini söyleyince, Furtwangler daha fazla karşı koyamadı.

Türkiye’ye gelmesi, uluslararası angajmanları nedeniyle olanaksızdı, ama önerebileceği bir isim vardı: Paul Hindemith. Gobbels’in “kültür bolşeviği” diyerek aforoz ettiği Hindemith, Karaorman’da bir köyde münzevi bir yaşam sürüyordu. Dursunoğlu uzun araştırmalar sonunda ünlü besteciyi buldu; Türk devleti adına yapılan teklifi Hindemith sevinerek kabul etti ve 5 Nisan 1935’te Ankara’ya geldi, Mayıs ortasına kadar kaldı, sonra çeşitli aralık ve sürelerle üç kez daha gelip gitti. Türkiye’ de bulunduğu zaman zarfında oldukça verimli çalışan Hindemith, dört ana rapor hazırladı: İlk raporda Ankara Devlet Konservatuvarının nasıl kurulması gerektiğini, ikincisinde Riyasetücumhur Orkestrasının nasıl ıslah edileceğini, üçüncüsünde orkestra enstrümanlarının yenilenmesinin zorunluluğunu, dördüncüsündeyse müzik sanatının yurt sathında nasıl yaygınlaştırılacağını anlattı. Musiki yaşamına gerekli olan kütüphaneci, derlemeci ve araştırmacıların yetiştirilmesi, musiki araç ve gereçlerinin gümrük işlemlerinin kolaylaştırılması gerektiğini vurgulayan Hindemith, çoksesli müziğin halka benimsetilmesi için şu önerileri yapıyordu: İsteyen herkesin katılabileceği kurs ve okullar açılmalı, yerel korolar, bandolar, orkestralar kurulmalı, halk musikisi” kitabı hazırlanmalı, müzikçiler köylere gitmeli, aylarca kalarak “müziği yaşamalı”, ancak bundan sonra kendi bestelerinde bu müzikten yararlanmalı.

Milli çoksesli müzik için Klasik Türk musikisi yerine Türk halk müziğini temel olarak almayı öneren ve bunun için bilimsel anlamda alan araştırması yapılması gerektiğini söyleyen Hindemith’te sonra Bela Bartok Türkiye’ye gelecektir.

Cumhuriyet’in Müzik Devrimi girişiminin zaman içindeki gelişimi şöyle izleyebiliriz. Bu köklü atılımların temelinde kuşkusuz ki Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma kararlılığı vardır. Temel sorun, söz konusu atılımların kökenindeki çağdaş kavrayıştır.

1935 yılında, geleneksel müziğimizin perde sistemi uyarınca bestelenen ilk eser olan yaylılar dördülü, Ekrem Zeki Ün tarafından bestelenmiştir. Yine 1935’te, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.

Hindemith raporlarının doğrultusunda, 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı kurulmuş, uluslararası düzeyde profesyonel besteci ve yorumcu yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Aynı yıl, Musiki Muallim Mektebi yeni içeriğine dönüştürülmüş, ertesi yıl, 1937’de bir bölüm olarak Gazi Terbiye Enstitüsü’ne bağlanmıştır.

1936’da ünlü Macar besteci ve müzikolog Bela Bartok Türkiye’ye davet edilerek halk müziğimizin niteliklerinin belirlenmesi ve değerlendirilmesi konusunda konferanslar vermiştir. Bartok, Türk besteciler Necil Kâzım Akses ve Adnan Saygun’la birlikte Toroslar yöresinde alan araştırmaları yapmıştır.

1937’de bilimsel yöntemlerin uygulandığı ve 1957’ye kadar sürecek en kapsamlı çalışma olan “halk ezgilerini derleme” çalışması başlatılmış, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın arşiv şefliğine Muzaffer Sarısözen getirilmiştir.

1938’de Gazi Terbiye Enstitüsü’nün müzik bölümü yöneticiliğine, tanınmış Alman piyanist, orkestra şefi ve müzik eğitimcisi Eduard Zuckmayer getirilmiştir. Yine 1938’de Ankara’da Askeri Mızıka Okulu açılmıştır.

Ankara Devlet Konservatuvarı’nda “Türk Halk Ezgileri Arşivi” kurulmuştur.

Ve 1938 yılından başlayarak ülkenin her köşesinden dinlenebilen Ankara Radyosu’nda kurulan topluluklar, çoksesli müzik, halk müziği ve geleneksel sanat müziği yayınlarını geliştirmiştir.

1941’de Ankara Devlet Konservatuvarı ilk mezunlarını verdi. Diploma töreninde bir konuşma yapan Milli Eğitim Bakanı Hasan-Ali Yücel, “Müellifi bizden olmayabilir, bestekar başka milletten olabilir. Fakat o sözleri ve sesleri anlayan ve canlandıran biziz. Onun için, Devlet Konservatuvarının temsil ettiği piyesler, oynadığı operalar bizimdir, Türktür ve millidir” diyerek milli müzik tartışmasına yeni bir açılım getirdi.

İsmet İnönü, cumhurbaşkanlığı sırasında viyolonsel dersleri aldı, Ankara’daki konserleri sadık bir şekilde takip etti ve 1930’ların müzik politikası çizgisinden ayrılmadı. 1950’den sonraysa müziğe daha çok “Batılılaşmışlığın” bir göstergesi olduğu ölçüde devletçe önem verildi, yani altyapı için fazla bir şey yapılmazken, bireysel anlamda başarılı öğrenci ve sanatçılar desteklendi, yurtdışından ünlü orkestralar getirtildi.

***

Yüzüncü yıldan bakıldığında Cumhuriyetin Müzik Devrimi başarılı oldu mu?

Bu önemli tartışmayı önümüzdeki hafta gerçekleştireceğiz…