İlk olarak merhum Turgut Özal’ın ardından Merhum Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı dönemlerinde tartışılan başkanlık sistemi 2003’ten bu yana AK Parti’nin gündemindeydi. Erdoğan ara seçimle Siirt’ten vekil seçilip başbakanlığı devraldığı süreçte canlı yayında gönlünün başkanlık sisteminden yana olduğunu ve de ‘ABD tipi bir sistemi’ kast ettiğini ifade etmişti.
Tabi ki O tarihten itibaren çok şey değişti. Köprünün altından çok su aktı. Şimdilerde 'Türk Tipi Başkanlık' diye bir tanımlama söz konusu. Ve de son birkaç yılda fazlasıyla yıpranan ‘başkanlık sistemi’ yerine ‘cumhurbaşkanlığı sistemi’ ibaresi kullanılıyor. Erdoğan’ın ABD tipi başkanlık sistemini ortaya attığı süreçte kullandığı ön şart önemliydi. Sistem değişikliği için toplumsal uzlaşı şartı arıyordu dönemin başbakanı! Hatta kendi ifadesiyle “Bu konsensüs sağlanmadan başkanlık sistemine geçiş sağlıklı olmaz. Ama bunu başardığımız takdirde Türkiye ciddi bir sıçrama yapacaktır” diyordu.
Konsensüs sağlanmadığından olsa gerek bu tarihten itibaren bir süre rafa kaldırılan tartışma Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmaya karar verdiği 20013’ten itibaren yeniden alevlendi. 7 Haziran 2015 sürecinde ise adeta zirve yaptı. Hatta denilebilir ki 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin odak noktası ‘başkanlık’ sistemiydi. Şimdilerde tutuklu yargılanan HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışının altında muhalefetin genel bir konsensüsü söz konusuydu hatta...
Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun sürece olan katkısını yeterli bulmayan Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamının tarafsızlığını dikkate almadan 50’den fazla ilde açılış görünümlü miting yaptı. Bir parti lideri gibi davranan Cumhurbaşkanı, muhalefet partilerinin liderlerini sert sözlerle hedef alırken, halktan AK Parti için 400 vekil istiyordu.
Ve sonuç AK Parti ve Erdoğan açısından tam bir hüsran oldu. AK Parti yüzde 40,9 oyla ancak 258 vekil çıkarabildi. Muhalefet bloğu ise yüzde 60’a yakın oyla meclis üstünlüğünü ele geçirdi. Ancak sonrası malumunuz… Ahmet Davutoğlu dışında kimseye hükümet kurma yetkisi verilmezken TBMM başkanlık seçimlerinde MHP’nin ‘boş oyları’ AK Parti’ye yaradı.
1 Kasım’a gidilirken gündem tamamen değişmişti. Başkanlık sistemi tartışmalarından eser kalmamış, ‘analar ağlamasın’ denilerek başlanan ve 2 yıla yakın süren ‘çatışmasızlık ortamı’ yerini kan ve gözyaşına bırakmıştı. PKK’nın çözüm sürecinde kentlere yaptığı yığınaklar, mayınlar ardı ardına patlatılırken ekonomideki dalgalanma seçmenin geleceğe ilişkin korkularını zirve yaptırmıştı.
Uzun lafın kısası 1 Kasım’a gidilirken seçmenin gündemi tamamen değişmişti. PKK’nın artan saldırıları, şehitler ve de ekonomik kriz emareleri AK Parti’yi yeniden yüzde 50 bandına taşımış, muhalefet partilerinden ikisi baraj kabusuyla karşı karşıya kalmıştı.
Yüzde 50’nin sonrasında AK Parti’de yönetim ikiye ayrılmıştı.
Saray’la birlikte hareket eden ve başkanlık sistemini alttan alta ısıtmaya başlayan çoğunluk ile Ahmet Davutoğlu ile birlikte hareket eden ve de ‘başkanlık sisteminin acelesi olmadığını’ düşünen azınlık…
Nihayetinde dış politikadaki çuvallaması kadar Erdoğan’ın çok istediği adeta yanıp kavrulduğu başkanlık sistemi konusundaki ağırdan almasının da etkisiyle Ahmet Davutoğlu’nun ipi çekildi. Yerine Başkanlık sisteminin ateşli savunucusu Binali Yıldırım getirildi. Erdoğan ile arasındaki ‘usta-çırak’ ilişkisine bakanlığı döneminde sık sık vurgu yapan Yıldırım, alanındaki başarılı icraatları kadar, ‘Reis’e sadakatıyla da’ öne çıkmıştı. Ulaştırma bakanı olarak 20 bin kilometreyi bulan duble yol yaparak 80 yılın rekorunu kıran Yıldırım’dan son beklenti başkanlık yolunu açmasıydı. Yıldırım Reis’ini yanıltmadı. Geldiği günden bu yana hemen her konuşmasında her adımında ustasına selam çakıp başkanlık yoluna bir taş daha koymayı ihmal etmedi.
Son iki çıkışındaki “İki kaptan gemiyi batırır ve “Değil bir Ali bin Ali feda olsun” ifadeleri sanırım başkaca bir tartışmaya mahal bırakmıyor.
**
Neyse Özal’la başlayan ‘başkanlık sistemi tartışması’ tam da şu günlerde ete kemiğe bürünmek üzere… Devlet Bahçeli’nin teklifiyle başlayan süreç TBMM çatısı altında tekmeli/tokatlı oturumlarda tartışılıyor.
Toplumsal uzlaşı mı?
Gizli oylamada koca koca bakanların, vekillerin göstere göstere açık oy kullanmalarına bakılırsa bırakın toplumsal uzlaşıyı partisel uzlaşıda bile sorun var. Güvensizlik ve korku yüce meclisin kulislerinde kol geziyor.
Tabi ki tarihi oylamanın meclis televizyonundan bile gösterilmiyor oluşu üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu.
Düşünün bir kez…
Ülkenin yönetim sistemi değişiyor. Meclis televizyonu bile gösteremiyor.
2013 Nevruz’unda Türkçe ve Kürtçe okunan Öcalan’ın mektubunun TRT dahil 40’tan fazla televizyon tarafından canlı yayınlandığını düşününce TBMM çatısı altında yaşananların ne denli mühim olduğu konusunda kafam karışıyor.
Halbuki Erdoğan’ın 2003’te ön şart olarak gösterdiği ‘toplumsal konsensüs’ sağlanmış olsa o görüşmeleri kaç televizyon canlı yayınlardı bir düşünün…
Ancak bugün Ortadoğu’yu geçtim Uzakdoğu meclislerine dönen TBMM’de yaşananlar referandumdaki hayır oylarını arttırmaktan başka bir amaca hizmet etmeyecektir.
Ama başkanlık yolundaki asıl zorluk TBMM çatısı altında yaşananlar değildir. Asıl zorluk, 15 yıldır ülkeyi tek başına idare eden iradenin başkanlık sistemine neden ihtiyaç duyulduğunu anlatırken yaşayacaklarıdır.
Herkesin gizliden sorup yanıt aradığı o sorudur. Şu anki meclis aritmetiği ve yetkilerle yapılamayan ve başkanlık sistemi gelince yapılacak olanlar nedir? Başkanlık yolunun er zor virajı bu soruyu yanıtlarken alınacaktır. Mesela Sayın Cumhurbaşkanı şu an neyi yapamamaktadır da başkan olunca yapacaktır?
Türkiye’nin iki önemli sorunu var.
Terör ve ekonomi… Terörü bitirebilecek doları mı düşürecektir başkanlık yetkileriyle… Yahut bugün yapamadığı neyi yapacaktır.