GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Dr. Berna BRIDGE
YAZARLAR
6 Mayıs 2020 Çarşamba

“Gül ağacında dilekler Darağacında üç fidan…”

1980 yılı… 21 yaşındayım ama kısacık hayatımda 2 darbe yaşamışım bile… İngiltere’de, başım Türkçe bilmeyen İngiliz eşimin omuzunda,soğuk bir kış günü Türkçe bir şiir yazmıştım, adı “Anlayamayacaksın”dı, farklı dilleri konuşmamızı vurguluyordu… Şiirde yazdığım gibi çeyrek asırlık birlikteliğimizde hiçbir zaman anlayamadı, aynı hissiyatı, aynı heyecanları, aynı acıyı paylaşamadı, sonradan Türkçe öğrense de, olmadı, olamadı. 5 Mayıs Hıdrellezde gül ağacına taktığımız dilekleri de, 6 Mayıs erken sabahında kaybettiğimiz üç fidan için döktüğümüz gözyaşlarını da, onların düşüncelerini de, ülke olarak yaşadığımız fırtınaları da anlayamadı. “O Mahur Beste”yi hiçbir zaman bizim gibi ağır bir yürekle ve gözyaşlarıyla dinleyemedi...

İşte kültür böyle bir şey… Aynı kültürü yaşayarak büyümek, aynı dili konuşarak dillenmek, benzer hissiyatları deneyimleyerek bir duruş edinmek… Bir sonraki yazımda kültür farklarını akademik bir araştırmamı kısaltarak, akademik bir dille anlatacağımama sanırım bu yaşam deneyimim en iyi şekilde özetler kültür farklarının getirdiği zorlukları, paylaşılamayan duyguları… Hele bir de yabancı bir ülkede, yabancı bir kültürde yaşıyorsanız, çocuklarınızı iki kültür arasında büyütüyorsanız, o dili daha sonradan öğrendiyseniz, yani anadiliniz değilse, çoğu gününüz bir bölünmüşlük duygusuyla geçer…

Bazen farkında bile olmadan istemediğiniz seçimleri yaparsınız, yapmak zorunda kalırsınız, taviz verirsiniz, kendinizden verirsiniz. Birçok zaman yoğun bir yalnızlık duygusu kaplar içinizi, okuduğunuz şiiri bile paylaşamazsınız yanınızdaki arkadaşınızla, çünkü dilinizi anlamaz. Çilingir sofrası nedir, neden öyle denmiştir, o anahtarın, çilingirin açtığı yürekleri, kısmet, nazlı, oya gibi işlemek, yiğit, şehit, vatansözcüklerini yabancı dilde tarif etmek için göbeğiniz çatlar, çünkü bu kavramlar aynı hissiyatla başka dilde, tek sözcükletarif edilemez…

Sokakta satılan simidi özlersiniz, memlekette yürüdüğünüz yolları, geride bıraktığınız tüm sevdiklerinizi, büyüdüğünüz evdeki ocakta fokurdayan çaydanlığı, masmavi gökyüzünü, pırıl pırıl denizini, kokusunu, kahvesini, her şeyini özlersiniz.Hele benim gibi 1970lerde, onsekizinizde yaklaşık hiç Türk’ün olmadığı bir yere gitmişseniz, kahve, tulum peyniri ve diğerleri;memleketten hiçbirini bulamazsınız dükkanlarda, tanımadığınız yiyecekleri yemeğe, o kültürü, iklimi tanımaya, tüm yalnızlığınız içinde adapte olmaya çalışırsınız. Gün gelir yaşayabilecek kadar alışırsınız ama içinizde hep bir sızıyla…

Hele konu siyasi konulara dönünce hiç anlaşamazsınız çünkü Avrupa ülkeleri ve ABD’nin Türkiye(öncesinde Osmanlı) üzerindeki emelleri bizim bağımsızlıkemellerimizle tam anlamıyla zıt köşelerdir, ne kadar anlatsanız anlamak istemezler veya anlamayı bilmezler. Çıkmaz sokaktır. Yazılı ve görsel basın, akademik çalışmalar, tarih kitapları hep Türkiye’yi eleştiren, küçümseyen, dışlayan genellemelerle doludur.Bu kara propagandadan etkilenen, bunları okuyan, dinleyen insanlara gerçek durumu anlatmak çok zordur.

Peki, bu sorun ve zorluklarla nasıl baş edilir? Öncelikle yaşadığımız ülkenin dilini çok iyi öğrenmek ki düzgün iletişim kurabilelim, onları anlayabilelim, karşımızdakini insan olarak sevebilelim. Sevmenin ilk yolu anlayabilmektir. Kendimizi zorlayarak bile olsa iyi eğitim, yani çok çalışmak, kendimizi sürekli geliştirmek ki o ülkede ikinci sınıf vatandaş olmayalım, sözümüze saygı duyulsun ve bizim açımızı anlatabilelim.

Duruşumuz, değerlerimiz ise hoşgörü, paylaşım, sabır, köklerimizden, geleneklerimizden, kültürümüzün güzelliklerinden kopmamak, güvenilirlik, sevgi, çalışkanlık, üretmek… Bardağımızın dolu tarafını görebilmek, iki ülkeli, iki kültürlü olabilmenin de güzelliklerini anlayabilmek, yaşayabilmek, yaşama olumlu ve yapıcı bakabilmek, insanoğlunun her yerde aynı insan olduğunu, kültürel farklılıklar olsa bile temelde her şeyin aynı olduğunu da unutmamak…