GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
25 Temmuz 2016 Pazartesi

Yeni şeyler söylemek lazım ama...

Liberallerin postmodern kehaneti doğru çıkmadı. Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi çöktü.
Geçen binyılın sonunda, dünya nüfusunun dörtte üçünün yoksullaştığı koşullarda, neden tarihin sonu olamayacağını gördük. 
Ve bu binyılın şafağında, ‘tarihin sonu’ olmadığını görmenin yanı sıra, tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin tarih sahnesinden çekilmesinin o kadar da uzak olmadığını gösteren öncüller ortaya çıktı. Sistemin dikişleri atıyor. Belki de sistem artık dikiş de tutmayacak.

Hegel’in, “öteki tarafından arzulanmayı arzu etmek, kabul görmek isteği” olarak açıkladığı insani durumumuz, belli bir değere ve onura sahip bir varlık olarak kabul görmek adına yaptıklarımıza karşılık geliyor. Böyle biliyoruz. Fakat ben artık emin değilim. Yoksulların sınırsız teslimiyeti insanın aklını karıştırıyor.
İtiş kakış tarih yaparken altta kalan mazlumların, ezilenlerin tarihsel yazgısı, Efendilerinin önünde diz çökmek odu... Öyle ya da böyle halklara hep diz çöktürüldü. 
1789’da Fransız İhtilali ile insanlık umutlanır gibi oldu; fakat bu büyük halk ihtilalinden ders çıkarmayı bilen burjuvazi, halkları yeniden etkisiz kılmayı başardı.

Burjuvazi, dünya sistemi kapitalizme artık ömür biçiyor, yeryüzü egemenliğini sürdürmenin yeni yollarını tartışıyor,
Öte yanda, çalışan nüfus, emekçiler, köylüler, yani dünya nüfusunun %80’i, yeni dünya düzeninde dramatik bir şekilde değişen sosyoekonomik ve siyasal konumunu doğru dürüst tartışmıyor, dünya nimetlerinden nasıl pay alacağına dair yeni fikirler üretmiyor.
Sermayenin yeni mekânları olan kentlerde, yeni zamanların işçi sınıfı artık tüm kent halkıdır. Artı değerdeki sürekli genişleme ve sınırsız sermaye birikimi sonucu adil gelir dağılımı imkânsız hale geldiğinden, yoksulluk, yeryüzü ölçeğinde, hem genişliyor hem derinleşiyor. 
Gelin görün ki emekçi sınıfların giderek daha da kötüleşen sosyal ve ekonomik durumunun siyasal alanda temsilinin olmadığı veya sorunlu olduğu koşullarda, toplumun kahir çoğunluğu siyasete katılamıyor. Siyasal temsil sorunlu, çoğulculuk ve katılımcılık ilkelerinin işletileceği koşullar oluşmuyor.

Ne yapmalı?.. Nasıl yapmalı?..
Siyasal alandaki tükeniş ve tükenişin yol açtığı çıkışsızlık akıllara bu iki soruyu getiriyor. Ne yapacağız, nasıl yapacağız da üstümüze çöken bu karamsarlığı bir nebze olsun hafifletip ufkumuzu açacağız?
Geçen yüzyılda, ne yapacağımızı biliyorduk. İşçi sınıfı öncülüğünde devrim yapacaktık. Yeni bir dünya kurulacaktı. Ne ezen ne ezilen, baskısız, sömürüsüz bir dünya olacaktı…
Bu yüzyılda, öyle bir dünya olmadığını gördük. Hayallerimizle vedalaştık. Devrimi çok sevmiştik ama gerçek olamayacak kadar güzeldi… Olamadı da…
Buna karşılık, küreselleşmede keramet arayan insanlık, insanın değerini borsaya kote ederek piyasasını yükseltmeyi denedi; metalaşmasına metalaştı ama metalar ile rekabet edemedi. Çünkü kapitalizmin altın kuralı işliyordu; mal insandan daha değerliydi… Mallaşmak yetmedi…

Postmodern zamanların kitlesel tüketim kültürü üstünde yükselen gösterinin yavan ve muğlâk gerçekliğini bütün soğukluğuyla yaşayan insan, bir çıkış arıyor.
Ne ki bu arayıştan hayırhah sonuç beklemek için çok fazla neden yok. Geçen yüzyılın başında, sistemin içine düştüğü krizden iki dünya savaşıyla çıkabilen insanlığın, bu defa nasıl bir çıkış bulacağı konusunda iyimser olmak çok zor.

Bugün, yüzyıl sonra, küresel kapitalizmin bir kere daha ulusalcı talepler karşısında gerilediğine tanık oluyoruz. Küresel kapitalizmin insan önceliğini yadsıyan yapısı, toplumları yeniden ulusalcı taleplerle buluşturmaya başladı. Metropol kentlerin kozmopolit yapısı küresel geleceği inşa edemedi.
Batı, terör karşısında milli devlete geri dönüyor. Müslüman doğu toplumları ise islamla sınav veriyor. Kozmopolit yapılar homojenleşme eğilimine girdi.
İslamcı teröre savaş açan Batı karşısında müslümanların alacağı tutum, yaşadıkları topraklarda kuracakları düzeni de büyük ölçüde belirleyecek.

Türkiye’ye gelince, iktidar, o bildiğimiz milli, islami, muhafazakâr yapıya yaslanarak bu krizi aşmayı deneyecek. Ne ki islamcı unsurlar bu defa belirleyici durumda.
15 Temmuz’da su yüzüne çıkan din grupları arasındaki hesaplaşmanın boyutları korkutucudur.
Öte yanda, islamcı taleplerin seküler toplumu dışlaması karşısında, ulusalcı toplum eliti yolunu ayırdı. Ulusalcıların sayısal durumu yetmese de nitel durumu belirleyici olacak önemdedir. Bunu fark eden Erdoğan, AKP ile CHP arasında daha yapıcı ve yumuşak ilişkileri desteklemeye başladı.
Lakin cihatçıları silahlandırmakla suçlanan Erdoğan ve çevresi iktidarda olduğu sürece, Türkiye’de toplumsal uzlaşmanın gerçekleşmesi kolay değil.
Erdoğan’ın islamcı arayışları, Türkiye’yi, küresel kapitalizmin yol açtığı krizden çok olumsuz etkilenecek ülkeler arasına soktu. Başımız, olabileceğinden çok daha fazla dertte. 15 Temmuz’u izleyen günlerin getirdikleri, bizi bekleyen hayli sıkıntılı bir süreci işaret ediyor.
Umarım, yeni şeyler söylemek için çok geç kalmamışızdır.