GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
16 Haziran 2016 Perşembe

Ayrışmak, nereye kadar?

Eğer;
Selefilere yaslanarak İslamcı bir rejim inşa ediyor olmasaydı… 
Cumhuriyet’i ve laisiteyi savunan modern toplumu gözden çıkarmamış olsaydı… 
Toplumun diğer yarısından ve Atatürk’ten nefret ediyor olmasaydı…
Türkiye, izlenen tutarsız dış politika sonucu, dünyanın en sorunlu ülkelerinden birine dönüşmeseydi… 
Güneydoğu’da savaş manzaraları olmasaydı, yüz binlerce insan yerinden yurdundan edilmeseydi…
Seçimle gelen Başbakanı görevden almasaydı… 
Basın özgür, yargı bağımsız olsaydı… 
“Yerli ve milli” sloganıyla Türk-İslam sentezini dayatmasaydı…
Otoriter islami yönetim biçimini oluşturmak için her şeyi göze almamış olsaydı…
Bugün, Erdoğan’ı değil, günümüz dünyasında Türkiye’nin yerini konuşuyor olurduk. Yeni dünya düzeninin ülkeye getirdiklerini, götürdüklerini tartışıyor olurduk. 
Oysa şimdi toplumca Erdoğan’ın başkanlık sevdasını ve bunun muhtemel bedelini konuşuyoruz.
 
Erdoğan, her şeyin başı olmak istiyor. Artık her saat başı ekranlarda, ağzına geleni söylüyor; sadece söylemekle de kalmıyor, toplumu gerdikçe geriyor. Tek kişilik iktidarını gerçekleştirmek için ülkenin bütün ayarlarıyla oynamaktan çekinmiyor. Kimlik siyaseti yaparak, bütün sosyal grupları kamusal alanda soyutluyor ve ayrıştırıyor. Farklılıkları öne çıkartılan sosyal gruplar birbirinden uzaklaşıyor; toplumsal alanda, sahipsizlik ve güvensizlik duygusunun baskısı altında, bu gruplar boşluğa düşüyor.
Toplum adeta ortasından yarıldı. Müslüman Türkler ve diğerleri… Nefret duygusu dört bir yanından kuşatıyor toplumu. Türkler, Kürtler, islamcılar, laikler… Bu dört grup arasında toplumsal ilişkiler bir gerilim hattını anımsatıyor. Ve ülke bu gerilim hattında durmadan geriliyor.
Bu gerilime ülke daha ne kadar tahammül edebilir? Gidişattan endişe duyan aklı başında herkes bu sorunun cevabını arıyor.
Göremiyoruz ama barajda suyu tutan duvarların ardında sular hızla yükseliyor. Ancak, bentler yıkılmadıkça yaklaşan felaketi görmek mümkün olmadığından, üstümüzdeki lanetin ve yaklaşan felaketin büyüklüğünü anlayamıyoruz.

Devletin tepesinde, Erdoğan’ın yaptıklarına ve söylediklerine bakarak şu kanaate varmak çok mümkün; Acelesi var, beklemeye tahammülü yok. Sanki bir nedenle zamanı daralıyor…
Dar zamanlara sıkışan ve can havliyle peşine takıldığı başkanlık arzusu, Erdoğan’ı, “Türkiye bir yana, benim mutlak iktidarım bir yana” noktasına getirdi. 
Hal ve gidişine bakılırsa, Erdoğan, dönüşü olmayan bu yola çarnaçar girdi.  Ve durduğu anda düşeceğini çok iyi biliyor.
ABD’ye gitti, olmadı… Putin’e çiçek uzattı, olmadı… Avrupa’da hiç itibarı kalmadı… İran ile arası bozuk… Kürtlerle kavga ediyor… Suriye ile ipler zaten kopuk… Irak ile ilişkiler limoni…  Mısır ile ilişkiler bozuk… Bütün umudunu İsrail ilişkilerine bağladı… Tabii ki düzeltebilirse… 
Uzun sözün kısası, Erdoğan’ın Erdoğan’a Erdoğan’dan başka dostu kalmamış.

Türkiye tekin olmayan bir yolda… Bu yol, Saddam’ın, Kaddafi’nin tuttuğu yolu hatırlatıyor. Ülke hızla destabilize ediliyor. Belli ki başımıza gelecekler var.
Başımıza geleceklerin birinci derecede sorumlusu Erdoğan’dır; bunu biliyoruz. Fakat olacakların önünü nasıl alacağımızı bilemiyoruz. Muhalefetin de durumu perişan.
Çıkışsızlık, ülkenin içinden geçtiği bu karanlık dönemde, halimizi tam olarak anlatan deyim gibi... İpler Erdoğan’ın elinde ve kimse onunla nasıl baş edeceğini bilmiyor. Toplumsal muhalefet, bu kör gidişi durduracak örgütlülüğe ve iradeye sahip değil. İç dinamikler çok zayıf. 
Galiba bir mucizeye ihtiyacımız var.