GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
19 Ocak 2010 Salı

Onun için adına sessiz ölüm diyorlar...

Fikret (İlkiz) aradı sabah, küçük bir düzeltme yapmak için yazısında.
’“Ne yapıyorsun’” dedi. Güldüm.
’“Bir yandan yemek pişiriyorum, bir taraftan çamaşır makinesinin başına gidip yıkananları alıp asıyor; bunların arasında da bilgisayarın başına oturup gazeteleri okuyor, notlar tutuyorum’” dedim.’¶
"Ne güzel, hayatın her alanında varsın! Sesin de dünkünden iyi geliyor" dedi.
"İyi mi? Nasıl iyi olabilir ki insan. Yazını okurken içim katıldı. Sanki kendi babam öldürülmüş ve katilini salıvermişler’… Sanki buz gibi, öylece kalakalmışım gibi. Sonra döndüm gazetelere. Hrant’’ın kaleminden çıkmış naif yazıları okudum Cengiz Çandar’’ın köşesinden. Gözlerimde yaş, ocağın başına gidip çorbayı karıştırdım, patatesleri ezdim hızlı hızlı. Nasıl bir hayat, nasıl bir ülke burası! İnsanın sesi nasıl güzel, iyi çıkabilir ki?" dedim.
Adalet arayanların sözcüsü olan ama bugün köşesine, onu bulamayan bir kadını, Nüket İzet İpekçi’’yi yazmış, yüreği kararmış Fikret; hiç alışık olmadığım yılmış bir tonla ’“görüşürüz’” diye kapadı telefonu.
* * *
Mutfak masasında yazarken yazıyı, ocaktan yükselen kışkırtıcı kokulara yoğunlaştım o ara.
Sigaramın yanındaki fincandan yükselen kahve kokusu...
Eve girdiğinizde sizi anne gibi saran kek/kurabiye kokusu..
Fırından yeni çıkmış, aç olmasak bile açlığı hatırlatan ekmek kokusu...
Pastane önünden geçtiğinizi duyuran kakaonun kokusu...
Siparişinizi beklerken tavada tereyağına atılan kırmızı biberlerin,
Yazın açık pencerelerden sokaklara taşan zeytinyağlı dolmaların davetkar kokusu...
Balkonlara asılmış çamaşırlardan yayılan temizlik kokusu...
Karaburun’’a daha girişte, tam da bu mevsimde, sizi içine çekip coşturan nergislerin kokusu’…
Eve dair, hayata dair ne çok koku var hayatımızda’… Ve her birinin hafızamızda tetiklediği ne çok anı...
 
Ya ülkem? Ya her gün duyduğumuz/işittiğimiz/kokladıklarımızın tanımı/adı ne?
 
İncinen/incitilen adaletin,
Hep kötü bir şeyler olacağının, kalp çarptıran beklentilerin,
Umutsuzluğun,
Yoksulluğun,
İş için, ekmek için, çocuklarının beklediği bir çift ayakkabı için sokaklara dökülmüş, havuzlara itilmiş, biber gazlarıyla acılaştırılmış işçi çığlıklarının,
Bugün de iş bulamadım diyen babaların/annelerin/gençlerin, yürek sızlatan gözlerin,
Bayrağa sarılı tabutla eve dönen gencecik oğullarını son kez eve/odasına alan anne feryatlarının... Ağır havasını soluyoruz.
Ve televizyonlardan/gazete sayfalarından taşan çürümüşlük kokusunu.
Kömür kovasından sızan karbon monoksitle, daldığımız uykularda sessizce zehirlenir gibiyiz.
O koku, ne taze ekmeğe, ne kahveye, ne çikolataya benziyor. Kışkırtıcı değil, baskın hiç değil.
Hiç kokmuyor o.
Ama zehirliyor.
Ama öldürüyor.
Ve hiçbirimiz farkına varmıyoruz.
Uyuyoruz. Uyanamıyoruz. Ölüyoruz.
 
Biri/birileri açsa ülkemin camlarını sonuna kadar.
Havalansa tül perdeler rüzgarın gücünden.
İçeriye dolsa taşsa o soğuk, o net, o kendine getiren hava. Anafor yaratsa küçük çaplı.
Gitse o zehir, dolsa yerine oksijen.
Yeniden dönsek hayata.
Nefes alsak, nefes versek.
Ciğerlerimize dolsa güneşli/temiz hava.
 
Çok geç kalmadık/kalınmadı değil mi?
Hala bir umut kaldı, var değil mi?
’‘Kaldı’’ deyin. ’‘Var’’ deyin. Deyin ki var olalım.