GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
19 Ekim 2012 Cuma

Kapımızı çalan savaş neyin habercisi?

Avrupa, Yugoslavya’nın bölünmesi dışında, 1945’den beri kendi içinde savaştan uzak duruyor. Türkiye, işgal güçlerine karşı 4 yıl süren direniş dışında, 1918’den beri savaşmıyor. 
Diğer bir deyişle, Türkiye’nin barış politikaları Avrupa’nın barış politikalarından daha uzun soluklu olmuştur. Türkiye, İkinci Dünya Savaşının dışında kalmayı başarmıştır. Bundan on yıl öncesine kadar Türkiye’nin savaştan uzak durmayı bilen büyük devletlere mahsus bir duruşu vardı. Ve bu duruşunu ateş çemberinin dibinde koruyabilmişti.
 
Türkiye batı dünyasındaki yerini alırken, Atatürk “Yurtta barış, dünyada barış” diyerek, dünya barışına giden yolu ve Türkiye’yi demokrasiye götürecek temel ilkeyi işaret etmişti. Cumhuriyet döneminde bu ilke önemsendiği için Türkiye komşularıyla 90 yıldır savaşmıyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini benimseyen laik Cumhuriyet, bu anlamda birçok Batı ülkesinden daha batılı olabilmiştir.
Elbet de Batı’nın Asya’ya, Ortadoğu’ya, Afrika’ya emperyal heveslerle saldırdığı gerçeğini, sömürge savaşlarını göz ardı ediyor değilim; fakat burada işaret ettiğim durum, Türkiye’nin de dâhil olduğu Batı dünyasının kendi içinde barışa dayalı politikaları ne ölçüde koruyabildiğiyle ilgilidir.
Batı’nın, İkinci Dünya Savaşından çıkardığı önemli derslerden biri de; kendi topraklarında savaşmamaktır. Savaşı kapitalizmin metropollerinin dışında tutmaya yönelik politikalar izleyen Batı, savaş alanı olarak, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler diye adlandırılan, periferi ve yarı periferide yer alan ülkelerin topraklarını seçmiştir. Ve Türkiye bu ülkeler arasında yer almıyordu.
İşte bu savaş ihraç edilebilir ülkeler arasında yer almazken, bugün izlediği İslamcı politikalar izin verdiği için Türkiye, savaş ihraç edilebilir ülke kategorisindedir artık.
 
Türkiye’de son 10 yıl içinde, İslamcı hareketin iktidara gelmesinden sonra, çağın seküler toplumlarında geçerli evrensel normların yerini din normları almaya başladı. Ülkenin top yekûn içine çekildiği İslam ilahiyatının yaşamın bütün alanlarını kaplaması sonucu toplumsal dinamiklerden kaynaklı toplumsal değişim zorlaması bir vakıadır. Ve bu yüzdendir ki, sorgulamak ihtiyacı içinde olduğumuz Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini, -çok daha sorunlu olduğunu bildiğimiz İslamcı görüşe karşı korumak zorunda kaldığımız için,- sorgulamaktan vazgeçiyoruz.
Türkiye’nin de parçası olduğu batı uygarlığının yeni binyılda ortaya çıkan sorunları çerçevesinde ülkenin geleceğini tartışmak yerine, İslam ilahiyatını tartışıyoruz. 1400 yıldır döne döne tartışılan günahı sevabı konuşarak Cumhuriyet’in değerlerini ve birikimlerini yadsımaya çalışıyoruz.
İslami yaşamın yasaklar sistemini inanç alanından alıp ülke düzeyinde kamusal yaşam normlarına dönüştürmeye dayalı siyaset, ülkeyi bambaşka mecralara sürüklüyor.
 
Ortadoğu’da Arap dünyasının sorunlarıyla bu denli içli dışlı olmak, Türkiye’ye Ortadoğu’nun kapılarını hiç kuşku yok açacaktır. Ancak Türkiye o kapıdan girince başına neler gelir, orası meçhul. Sünnilerin hamisi olarak Arap aleminde nam saldığında, Türkiye böyle bir liderliği nasıl taşır, orası da meçhul.
Asıl sorgulanması gereken, İslam âleminin ortalık yerinde, Sünnilerin yandaşı bir Türkiye’ye yeryüzünde gerçekten ihtiyaç olup olmadığıdır. Ve bu ihtiyacı kimler, neden yaratmışlardır?
Türkiye, batı dünyasındaki yerinden hızla uzaklaşıyor. Mazlum Sünni Müslümanların haklarını savunmayı sözüm ona kendine misyon edinen siyasal iktidar, Ortadoğu üzerinden Batı’ya kafa tutar gibi yapmaya başladı.
İnsanlık bu filmin değişik versiyonlarını defalarca seyretti. Ama “mutlu son”a hiç tanık olmadı.