GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
3 Eylül 2012 Pazartesi

Suskun vicdanların trajedisi

Bu binyılda, insanlık, yitik vicdanların yaktığı cehennem ateşinde, görüntünün ve gürültünün bayağılaştırdığı hayatların neden olduğu büyük trajedilere tanık olacak.
Entelektüel gevezelik yapanlara iyi gelen “tarihin sonu” veya “trajedi bitti” türünden gösterişli kelamların yaldızları dökülecek.

‘Öteki’ ile müsemma ‘Kendi’, bir vicdan buluşmasını zorunlu kıldığından; Kendini arayan insan, Ötekini bulacak. Aslında vicdanın ‘Öteki’ olduğunu anlayacak. Ve bunu anlamak için insanlığın ödeyeceği bedel, bu binyılın trajedisini yaratacak.
 
Geçen binyılın sonunda ve bu binyılın başında, metalik kültürün oluşturduğu sanal kimliğin ‘Ben’i ve ‘Öteki’ni özdeş kıldığına tanık olduk.

Özdeş kimlik; ‘Kendi’ ve ‘Öteki’ olmaktan ziyade, öznenin ‘Ben’leştiği, tektipleştiği, ‘Öteki’ algısını yitirdiği modern ötesi kimliktir.

‘Öteki’ni yitiren ‘Ben’ vicdanı ile vedalaştı. Artık kimse ‘Kendi’ değil. Zamanın ruhu, para ve mülkiyetin muktedir kıldığı ‘Ben’ ile mütecanis.
 
İnsanlık, kurduğu uygarlığın altında kaldı. Uygarlığın dolayladığı hayatlarımız görüntü ve gürültüden ibaret kalmışken, derin unutkanlık hali vicdanlara kadar uzanmıştır.

Cebimize koydukları maaşlarımız karşılığında suskunlaşan vicdanlarımız yalanla besleniyor. Para kaybetmektense vicdanını susturmayı seçmişlerin dünyasında, yalan en büyük değerdir artık.

Hepimiz cebimizden bağlıyız Efendilerimize; bir avuç muktedir dünyayı yönetsin, yeryüzünü mülk edinsin diye.

Kaybedilecekler hanemiz kalabalık. Her birimiz devletin kaydı altında, bir ömre bedel borç içinde, düzenin gönüllü tutsaklarıyız.
 
‘Çalışmanın en büyük ibadet’, ‘emeğin en yüce değer’ olduğuna bir şekilde inandık. Bir de, ‘ilk günahın kefaretini ödemek için çalışmaya hükümlü yeryüzü sürgünleri’ olduğumuza…

Birincisi, seküler hayatın bilgisidir. İkincisi ise, teolojik açıklamalara dayalı bilgidir.

Bu bilgilerden anlıyoruz ki, gökyüzündeki Efendimiz ve yeryüzündeki Efendilerimiz, bizleri çalıştırmak konusunda mutabıklar.

Bu mutabakatın insanlığı getirdiği yerde, bütün insanlığın bir avuç muktedirin önünde diz çöktüğünü görüyoruz. Yeryüzündeki büyük gösterinin bir parçası olmak karşılığında, diz çöktük.

Öznenin salt ‘Ben’leştiği, egoların şiştiği, içlerin dış olduğu, aleniyetin mahremi tükettiği sığ zamanlarda yaşıyoruz.
 
Vicdan yitimi, bu binyılda, insanlığı en çok meşgul edecek sorundur.

Her gün toprağa düşenlerin cenazelerinde düzenlenen tören ve matem, ekranlardan izlediğimiz hüzünlü bir gösteridir.

Şiddet olağandır ve haber değeri kadar umursanır.

Kıtlık ve yoksulluğun açlığa mahkum ettiği insanlar bir deri bir kemik ölürken, onlara koli koli yiyecek götüren varsıllar ekranlardan izlenir.

Törenlerle gözyaşları içinde açlıktan ölmekte olan insanlara sarılan “yardımsever” efendiler ve eşlerini ekranlardan izlerken; ‘kurbanların ve cellatların’ kucaklaşması hepimizi duygulandırır.
 
“Komşumuz açken” yemediğimiz herze yok, ama bunu itiraf edecek yürek de yok.

Paranın mabetlerinde tapınıyoruz. Tanrı’nın mabetlerinde günah çıkartıyoruz.

İnsanlığın en rezil zamanlarını yaşıyoruz.

Mazeretimiz yok; çünkü, biliyoruz. Beşyüz yıl önce veya beş bin yıl önce neler yaşandığını, neler söylendiğini biliyoruz. Tarih ve felsefe bize mazeret bırakmıyor.
 
Tüketmek ve tükenmek eylemleri arasında mekik dokuyarak varlığını sürdüren insanın tükenişine tanık olduğumuz bu çağda, yaşadığımız büyük sıkıntıların nedeni, suskunlaşan vicdanlarımızdır.

Tükeniş ve vicdan yitimi, çağın trajedisidir.

Bu çağa, “bilgi çağı” diyenler ise, çağımızın şarlatanlarıdır.