GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
26 Mart 2011 Cumartesi

Avukat Fikret İlkiz’e açık mektubumdur…

Sevgili Fikret,
Ahmet Şık’ın yayımlanmamış kitabı ‘İmamın Ordusu’ için Radikal’e gidilip,
tıpkı Şık gibi müvekkilin olan gazeteci-yazar Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarındaki taslak kopyanın silinip ortadan kaldırılması haberlerini okudum öncelikle önceki sabah.
Elbet kaygıyla/öfkeyle/acıyla ve aklımda bin bir soruyla…
Sonra karıştırdım durdum haber sitelerini birer ikişer.
Ve durdum.
Hızla geçerken bazı haberleri… Gözüme çarpan ‘Ahmet Şık’ın avukatı’ lafını bulmak için geri geri geldim bu kez.
‘Bakalım ne demiş Fikret’ diyerek açtım haberi.
Kısacık bir haberdi. Müvekkiline ait; yazılmış ama henüz basılmamış ‘İmamın Ordusu’ kitabının kopyasının senden de istendiği, varsa ve vermezsen ‘Ergenekon’a yardım etmiş olacağın’ duyuruluyordu. Hepsi buydu. Aklıma ilk gelen, kitabın kopyasını okuyup okumadığın oldu. Çünkü Ertuğrul Mavioğlu, bilgisayarındaki kopyaya şöyle bir göz gezdirdiğini ama tamamını okumadığını, akşam bir haber programında anlatmıştı ve bu yüzden ayrıca üzgündü, ‘kendini milyonları bulmuş da kaybetmiş gibi hissettiğini’ söylemişti ekranda.
Okumuş muydun, okuduysan milyonlar kazanmış gibi miydin, merak ettim bu yüzden.
Saat çok erkendi, merakımı soruya dönüştürmek için telefona uzanmayı aklımdan bile geçirmedim.
Senin bir avukat, bir yargı mensubu olarak, ‘savunma yapabilmen için’ şart olan kopyaları teslim etmenle, olayın daha da vahamet kazandığının ayırtına, ancak Şık’ın diğer iki avukatının, sonrasında da İzmir Barosu’nun İstanbul’da gerçekleştirdiği basın açıklamalarıyla farkına varabildim.
‘Nasıl yani’ diye diye önümdeki haberleri bir daha bir daha okudum.
Sonrası… Sonrası koyu bir hüzün. Adlandıramadığım berbat bir tat. Ve neyi düşündüğümü bilemediğim bir düşüncelilik… Sersemlemiş, sendelemiş bir hal.
Geceye kadar neden bu kadar sersemlediğimi, neden taa en içimde bir boşluk yaşadığımı, neden umutsuzluğumun koyulaştığını sordum. Bulamadıkça daldım derinlere, aradıkça sinirlendim/kızdım kendime…
Bulduğumda da kızdım ama. ‘Ne vardı ki bu kadar derin düşünecek, bir çırpıda bulamayacak’ diye.
 
Sevgili Fikret,
Müvekkillerin Ahmet Şık’ı yaptığı haberlerden, Ertuğrul Mavioğlu’nu da hem yazılarından, hem de okuduğum 12 Eylül’le hesaplaşan iki kitabından (Asılmayıp Beslenenler/Bizim çocuklar yapamadı) tanırım.
Seni tanıyalıysa 20 yıl, sohbetlerde yaptığın konuşmalara/bilginin derinliğine hayran olup ‘gel bunları bizde yaz, herkes öğrensin’ diye Yeni Asır’da yazmanı teklif edişimin üzerinden de 10 yıl geçti oysa.
Kainat için kısa, insan ömrü için çok uzun zamanlardan bahsediyorum baksana.
Neredeyse bütün gün içimi kemiren her neyse, bu uzunnnn zamanda olmuş işte.
Hani çocukların ‘ölümsüz’ olduklarına inandıkları kahramanları gibi, ben de senin ‘yargıda yenilmez’ olduğuna inanmışım.
Senin savunduğun müvekkilin sırtının yerine gelmeyeceğine, sana kimselerin dokunamayacağına, sen konuşmaya başlayınca, tek tek ezberinden Yargıtay karar örneklerini sayınca, kararların hep ‘beraatine…’ diye verildiğine… 
Herkesleri hukukla dize getirdiğine kanaat etmişim/karar vermişim…
Savunma avukatım Fikret İlkiz’se, ben değil hakim düşünecek’ demişim. Tıpkı Anadolu’nun dört bir yanında savunmasını yaptığın, dilekçesini yazdığın, örnek Yargıtay kararlarını yardım olsun diye gönderdiğin yüzlerce gazeteci gibi. Sana aralarında ‘Basının Anadolu Kaplanı’ adını takan yerel gazetelerdeki müvekkillerin gibi…
Nedim Şener’le birlikte Ahmet Şık’ı Silivri’ye alırlarken, her gerçek gazeteci gibi öfkeli, ama Şık’ın avukatı ‘sen olduğun için’ daha rahattım. Seni uzun ve yorucu günlerin beklediğini, ama davanın karşıtlarının yorgunluğunun da senden aşağı kalmayacağından, hatta geçeceğinden emindim.
Doğmamış çocuğa don biçileceğini, müvekkilin Ahmet Şık’ın yayımlanmamış ‘örgütsel doküman muamelesi’ yapılan kitabının kopyasının, avukatı olarak senden de isteneceğini, “Kitabın taslağını ver, yoksa Ergenekon’a yardım etmiş olursun!” deneceğini… Müvekkilinle aranda kutsal sayılması gereken mahremiyetin çiğneneceğini…
Mavioğlu’nun deyişiyle ‘savunma hakkının bir halıyı ayaklar altına alır gibi ayaklar altına alınabileceğinin yüzümüze vurulacağını…’
Bilemezdim ki…
Seninle birlikte Ahmet Şık’ın savunmasını üstlenen iki meslektaşının bile neredeyse dilleri tutulmuş, karara itiraz dilekçelerinde savcılığın ‘avukata hapis’ bildiriminin vahim ve ürkütücü olduğunu belirtip, "Hakkımızda CMK’nın 124. maddesi gereği disiplin hapsi uygulanabileceği yönündeki bildirim, kanunun açık ve emredici hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Savunma hakkına yönelik açık bir tehdit oluşturduğu kanaatiyle, bu vahim ve ürkütücü bildirim ve uygulamayı sayın hakimliğin (ve gerektiğinde itirazı inceleyecek sayın mahkeme heyeti üyelerinin) takdir ve değerlendirmesine sunuyoruz. Bu uygulama karşısında söyleyecek söz bulamadığımızı belirtmekle yetinmek istiyoruz” demişler.
Benim şaşkınlığım ne ki!
 
Sevgili Fikret, biliyorum uzun oldu ve biliyorum ki bu davayla ilgili okunacak/yazılacak/çalışılacak çok yazın, çok işin var; zamanın, hepimizinkinden daha değerli. Hemen tamamlıyorum.
Yaklaşık 2 yıla yakın süredir, burada yazıyorsun. Ve bugün yazılarının hepsine tekrar göz gezdirdim de…
Sen bizi hemen her hafta zaten uyarmışsın.
Geliyorum diyen tehlikeye karşı ‘ey gazeteciler, birbirinizi yemekten bunları görmüyorsunuz. Siz yazamayacaksınız, halk da öğrenemeyecek’ demişsin. Yazılarının 30’unu, bu tehlikeye ayırmışsın.
14 Kasım’da, daha dört ay önceki yazında “Özellikle 2010 yılında liberallerin, en liberal söylemleriyle demokratik ortamın sağlandığı, herkesin ifade özgürlüğünü rahat rahat kullandığı bir döneme geçildiği söylemlerinin tam ortasında ihlale uğramış bir ‘basın özgürlüğü’ duruyor’… Ne yapmalıyız? Elden giden, halkın bilgi edinme ve gerçekleri öğrenme hakkıdır.
İfade özgürlüğü ihlallerinin hesabı sorulduğunda, basın özgürlüğünü kısıtlamakta kendilerini ‘haklı’ görmelerinin gerekçelerini aldıkları oy karşılığı ile açıklayan siyasetçilerin haklı görüldüğü ve gazetecilere ‘savaş’ açan zihniyetin hakim olduğu bir iklimde; hükümet ve onun adamları tarafından çizilen ifade özgürlüğü sınırlarına itiraz edilmeyen ve bu sınırlardan bir milim bile çıkılmadan savunuluyormuş gibi yapılan basın özgürlüğünün halleri per perişan…” diye yazmışsın…
Elinden geleni, biz gazetecilerden esirgememişsin; hem basın özgürlüğünü savunmuş, hem bizi uyarmış/bilgilendirmiş, hem de o şehirden bu şehre aydınlatmak/bilgi taşımak/gazetecilerin davalarında avukatı olmak için ‘iki elin kanda olsa’ koşturmuşsun.
Ve biliyorum ki durmayacaksın.
Biliyorum ki ağzında cam kırıkları var. Canın sıkkın.
Yine de elinden gelenin en iyisini yapacaksın, eminim.
Benim elimden gelense, ancak bu. Sana çok güvendiğimi(zi), ‘iyi ki arkadaşımsın/avukatım(ız)sın’ diye kimbilir kaç kez söylediğim sözleri, bu kez yazıya dökmek.
Dostlukla/minnetle seni kucaklamak.
Yıllardır verdiğin ve vermeye devam edeceğin hukuk mücadelesinde, gururla seni izlediğimi(zi) bir kez daha bilmeni istemek.
Yazıyı önce Cemal okudu ve ‘az’ buldu ama… Çok veren maldan, az veren candan, değil mi Fikret?