GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
3 Ekim 2011 Pazartesi

Yaşarken ölmek buymuş…

Mayıs ayı başında İzmir Büyükşehir ile bazı ilçe belediyelere yapılan operasyonda tutuklanan 17 kişiden; Genel Sekreter Pervin Şenel Genç, Adnan Saygun Kültür Merkezi Müdürü Nagehan Genç ile birlikte Bergama Cezaevi’ne konulan üç kadından biriydi Serpil Keskin.
16 yıl tedavilerle uğraşıp çocuk sahibi olduktan sonra, bebeği bir yaşına bastığı gün demir parmaklıklar ardına girdiği, bebeğini ‘adaletin isteğiyle’ sütten kesmek zorunda kaldığı için…
Bir anne olarak ‘içim sızladığı’ için… sadece ona dair yazmıştım.
Türkiye’de kimbilir kaç acılı, ‘bu da yapılır mıydı’ dedirten kaç iç yakan öyküden, sadece birinin Serpil Keskin olduğunu bilerek…
 
Emzikli bir annenin ‘şüpheli’ sıfatıyla cezaevine konulmak yerine, ‘tutuksuz’ yargılanabilmesine niçin imkan tanınmadığıyla ilgili kaleme aldığım yazıdan 5 ay sonra, Keskin’den ‘görülmüştür’ damgalı bir mektup aldım.
Hiç tanışmadığımız halde, onu anladığımı düşünüp yazmış bana.
‘Aslında Selen’le birlikte size ziyarete gelmek, teşekkür etmekti hayalim. Bu kadar uzun olacağını bilemezdim. Onun için yazıyorum’ dediği mektubu Çarşamba akşamı elime geçmişti.
Perşembe günü ‘o mektubu’ yayınladım.
Cuma günü, o mektup hala egedesonsöz’de yayındayken, tahliye haberi geldi bu kez de.
Şaşırdım. Çünkü daha 15 gün önce avukatların ‘tutuksuz yargılama’ isteklerinin reddedildiğine dair haber, basında yer almıştı..
Müjdeli haber, kararı yeniden mütalaa eden savcılıktan gelmiş; “Serpil Keskin, Nagehan Genç, Reha Pekerten’in tahliyesine…” sözü ile 5 ay önce ağlayarak girdiği cezaevinden, yine ağlayarak ama bu kez sevinç gözyaşları dökerek çıkmıştı.
 
Dün geçmiş olsun ziyaretine gittim Serpil Keskin’e.
Eşinin, annesinin, kuzenlerinin, kardeşlerinin, halalarının, arkadaşlarının sevgisiyle kuşatılmış,
Didik didik aranıp emniyete götürüldüğü evine giremediği, o tramvayı henüz atlatamadığı için kaldığı anne evinde, bu genç kadının anlattıklarını dinledim.
Sorularımı çıkarıp, ‘gönül gözü’yle okunsun diye, sadece onun söylediklerini yazdım.
Acındırmaktan ölesiye korkarak/tartarak, yüreğinden aktığını gördüğüm kelimelerini, size emanet ettim.


* * *


 
“İlk kabus nezarette, daha doğrusu evime girilmesiyle başladı. Sabah 8’e çeyrek kala evim arandı, bebeğimi ablama teslim etmem, telefon edip haber vermem konusunda bile ben epey mücadele verdim. Ve evim arandıktan sonra götürülünce, hiç böyle bir şey aklıma bile gelmedi. Mutlaka dedim, bir firmanın birinin bir problemi vardır, çok firma ihaleye girdiği için, bizden bilgi almak için çağırıyorlardır diye düşündüm.
Gittiğimde belediye personelinden arkadaşlarımızı görünce…
Yine ben o dört günde de doğrular görülür, bizim suçsuz olduğumuzu anlarlar umudumu hep taşıdım. O dört günlük süre de benim açımdan çok kötü geçti. Yani bebeğimden ayrı kalmak, böyle bir şeye maruz kalmak, dört gün boyunca hiç uyuyamamak, kötü şeylerdi. Herkes orada ‘seni bırakırlar, senin bebeğin var’ diyorlardı, ben de hep onu umut ettim. Ama öyle olmadı. Cezaevine girdik, üç kişi.
 
Şartlar kötü orada, her açıdan kötü. İlk günler daha kötü geçti, benim için hep kötüydü zaten. Sonra sonra yaşam koşullarımız biraz daha iyileşti. Ama kötü günlerdi, çok kötü günlerdi…
 
Pervin hanım daha metanetliydi. Bize hep destek olmaya çalıştı. Özellikle bana çok destek oldu, abla gibi. Sürekli ağlıyordum, o da sürekli bana moral vermeye çalışıyordu. Sağolsun. Ama tabii çok kötü bir durum.
 
İlk girdiğimizde 6 kişilik koğuşta 13 kişi kalınıyordu. Biz girdik, o gün hemen yatak getirdiler, zaten koğuş küçük, kapının orada, tuvaletin önünde yatmak zorunda kaldık. Nagehan Hanım’la Pervin Hanım bir yatakta, ben bir yatakta yattım. Herhalde 40-45 gün kadar orada kaldık. Daha sonra kapanır-açılır yataklar geldi, yerden kalktık. Ama alan küçük, insan sayısı çok olduğu için ortamda hep bir sıkıntı var. Ama yapabileceğimiz bir şey yok, katlanmak zorundaydık. Katlandık…
 


Çocuğumu yanıma almayı tabii aklımdan geçirdim. Ama daha girer girmez, bir baktık ki, sürekli sigara içilen bir ortam. Herkes sigara içiyor, gece üçe kadar televizyon seyrediyor ve koğuşta bizim dışımızdaki herkes sigara içiyor. Gözlerimiz yanıyordu, biz sigara içmiyorduk ve sigara kokusundan genzimiz yanıyor, uyuyamıyorduk.
Çok sağlıksız koşullar, mayıs ayı olmasına rağmen orası soğuktu. Temizlik yok, sigara içilen bir ortam. Ben prematüre doğmuş bir çocuğu oraya nasıl götüreyim? Yerde yattık günlerce. Benim yaşam alanım bile yokken, bebeğimi nasıl yanıma alayım? Altı bağlanıyor, mamaları yapılıyor, nasıl olacak bunlar?
Ve çok pis bir yer. Anlatamam size o pisliği. Banyo haftada bir kez yapabiliyorsunuz. Ben bebeğimi nasıl doyuracaktım orada? Sigara içilen ortama onu sokamazdım. Kabul edemezdim. Kapalı görüşlerde çok ağladığım için eşim doktorumuza danışmış. Doktorumuz da izin vermedi.
Bir gardiyanın biriyle de davalık oldum bu sebeple. İçeriye girdikten sonra Selen’i çok merak ettim. Cuma günü cezaevine girmiştim, Pazar günü oldu, ben bir kriz geçirdim, gardiyandan rica ettim, eşimi arayıp bebeğimle ilgili bana haber getirebilir misiniz, rica ediyorum diye. Onlar da bana ‘böyle bir şey yapamayız, sen ne biçim annesin, anneysen alır koynuna büyütürsün, yanına alırsın’ dediler. Ben böyle bir şeyi hak etmedim. Benim anneliğimi kimse sorgulayamaz. Nagehan Hanım bunu avukat arkadaşa anlatmış, avukat arkadaş da şikayet dilekçesinde bulundu. Bir gün de ifadelerimiz alındı ama ben şikayet etmedim çünkü korktum. Ama yine de o hukuki süreç devam etti.
İnsan evladından ayrılmak ister mi? Ben kendime alan bile yaratamazken, yatacağım, oturacağım bir yer yokken, ben bebeğimi oraya nasıl götürebilirdim ki?
(annesi araya giriyor: Serpil’i ilk gördüğüm günü, onun halini hiç unutamıyorum, hep gözümün önünde…)
Çünkü, girdiğimde insanları yani öyle şeyler görmemiştim. Şöyle düşünüyorum, ben bir fanusun içinde yaşamışım, beni o fanusun içinden çıkarıp oraya atmışlar, o insanların ıstırapları, o insanların yaşamları… benim karşılaşmadığım insanlar… Kalamayacağımı orada düşündüm. Sadece anneme, ‘beni kurtarın buradan’ dediğimi hatırlıyorum…(ağlıyor) sonradan kendi kendimi teselli etmeye çalıştım…
 
Güne hep aynı başlanıyor. Sabah 7’de kapılar açılıyor. 8.5’da sayım var. Genellikle uyuyamıyordum zaten. 5 ayda ancak 2 saat uyuyabiliyordum. Günde ancak iki saat. Uyku hapları bile beni uyutamıyordu. Kitap okuyordum, dua okuyordum. Orada bir saat bile bir asır gibi geçiyor… Zaman orada duruyor, işlemiyor yani. Çünkü yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Alan küçük, çok insan var. Birisi yüksek sesle televizyon seyretmek istiyor, birisi çamaşır yıkamak istiyor. Durmadan su sesi, hep açık. Sürekli gerginlikler var, kavgalar var. İsteseniz de uyuyamazsınız zaten. Bir gece uyuyabiliyorsanız ancak. Işıklar hiç kapanmıyor, 24 saat açık. Bir kısmı 3’e kadar oturuyor, televizyon seyrediyor. Onlar uyumayınca, ben de uyuyamıyorum. Çünkü biz yerde yatıyoruz, onlar gündüz uyudukları için gece uyumuyorlar. Bu şekilde işte…



Hak etmediğim şeyleri yaşadım. Hiçbirimiz hak etmediğimiz şeyleri yaşadık. Çok üzgünüm. Bu acının tarifi yok. Üç kere falan kriz geçirdim orada. Yürüyemedim. (ağlıyor uzun uzun…) Üzüntüden umutsuzluktan yürüyemedim. Felç gibi.. Diazem iğne vuruyorlardı, yine uyuyamıyordum. Ağlama krizlerimi birazcık durdurabiliyorlardı, o kadar. (hıçkırıklarla  ağlıyor)
Sağlıkçılar hayret etti, diazem iğne yaptıkları halde, niye uyuyamıyorsun diyorlardı. Beyin uyanık. Öyle acı çekiyordum ki. Hani ciğerlerinin yanması derler. Anlatamıyorum. Öyle içim yanıyordu ki… Yatakta yatıyordum, yatakta yatarken çektiğim o acı duygudan sakin yatamıyordum. Duramıyordum. Tarifsiz bir acı. Tarifsiz bir ıstırap. Koğuştaki herkes o halime, yaşadığım acılara ağlıyorlardı. Çünkü ben engel olamıyordum ağlamalarıma. Rahatsızlık verdiğimi düşünüyordum ama engel olamıyordum. Yani öyle çok ağlıyorum ki, ilaç kullanıyordum ama o ilaçlar ağlamamı susturamıyordu. Çünkü bebeğim gözümün önünde… yaşadıklarım… Neden buradayım, suçum ne? Ben ne yaptım?
Ben insanlara kendimi nasıl anlatacağım çaresizliğini çok yaşadım yani. İlk kendimizi sorguladık. Ben de…  Ben yeri geldi 16 saat görev yaptım, hiçbir şekilde asla ve asla görevimden başka bir şey yapmadım. Ben bunu hak edecek bir şey yapmadım. Hiç kimseye ayrıcalık yapmadım. Her zaman adaletli davrandım, kanuna uygun görev yaptım. Ben niye buradayım diye sorguladım kendimi. Öyle acı çektim ki… Bu acının tarifi yok. Size de yazdım ya, ölmek buymuş, yaşarken ölmek buymuş.   O demir kapıların sizin üzerinize kapanması kadar kötü bir şey yok. O demir parmaklıkları hak edecek hiçbir şey yapmadım. (gözyaşları sel gibi akıyor. Biraz ara veriyoruz, sakinleşmesini bekliyoruz.)
 
Elin kolun bağlı bekliyorsun, hiç kimse bir şey yapamıyor. Dışarıdaki insanlar yapamıyor, sen yapamıyorsun, hiç kimse bir şey yapamıyor. Ben diyordum ki ben nasıl çıkacağım, nasıl anlatacağım suçsuzluğumu, nasıl ispat edeceğim? Ne yapmam lazım? Avukatlarla kapalı görüşte, telefonlarla konuşuyorum, ailem konuşuyor. Ama avukatlar da bir yerde… bu hukuki bir süreç diyorlar. Ama bu hukuki süreçte aklımı oynatabilirdim. Çok ciddi sağlık sorunlarım var. Suçum yokken girdim, ama bunun bedelini ödeyecek bir şey yapmadım. Suçum yokken girmek çok kötü. Kimseye böyle bir şey yaşatmasın Allah.
 
Ayda bir kez açık görüşe bebeğimi getiriyorlardı, her görüşten sonra diazem iğne yemek zorunda kalırdım, çünkü bebeğimi yarım saat görüyorum, o gittikten sonra onun o hali, hayali gözümün önünden gitmiyordu. Bana açık görüşe çıkarken ilaç içiriyorlardı sakin olayım diye, dönüşte de yine ilaç veriyorlardı ama yine de onun o halleri gözümün önünden gitmiyordu. Ne giymiş, ne yapmış? Bana onun o bakışları… Bana öyle bakıyordu ki? ‘Sen niye buradasın’ der gibi bakıyordu bana? Ya da ben öyle hissediyordum. (tekrar hıçkırıklarla ağlıyor)
Bir ay boyunca Selen’in o hallerini düşünüyordum, bana şöyle baktı, şöyle yaptı, şunu yaptı. Eski hallerini hatırlıyordum. Yabancılık da çekti. O beni mahvetti zaten. Gelmedi bana. Uzak kaldı, unuttu beni. Hâlâ uzak bana. Gelmek istemiyor. Bu benim canımı çok acıtıyor ama yapabileceğim bir şey yok. İkinci açık görüşte bana gelmek istemedi. O beni mahvetti. Unuttu beni artık dedim. Bir daha gelmeyecek bana. Ve ben daha uzun süre kalacağım burada… (ağlıyor) bebeğimin yürüdüğünü göremedim. (bu arada Selen koşa koşa geliyor, ilgiyi topladığından emin olunca, herkesin güldüğünü görünce tekrar koşturarak öteki odaya kaçıyor.)
Aslında 5 ayda çok yol kat etmiş. Yürümüyordu, benden ayrılmıyordu. 5 ayda hem çok büyümüş, hem yürümüş, az çok konuşmaya başlamış.
 


Çok pişmanlıklarım var. İşime çok fazla vakit ayırdım. Bebeğime, eşime, aileme değil de… öncelik hep işim oldu. Ona çok pişmanım, çok üzgünüm, 8’lere, 10’lara kadar işyerinde çalışırdım. Keşke yapmasaydım diyorum, en çok ona üzülüyorum. Her şeyi tam yapayım, doğru yapayım diye didinirdim… Durmadan eve de iş getirirdim, her şeyi araştırırdım, okurdum, her şeyimden fedakarlık yapardım. Birinci sırada işimi tam ve düzgün yapmak vardı.. Selen doğduktan sonra da bu değişmedi. Annem beni arıyordu saat 8’de, ne yapıyorsun diye. Annemden de çekiniyorum ‘tamam anne çıkıyorum’ diyordum, ‘bak o çocuk evde, sen işte olmaz’ diyordu. Ablam baktığı için içim rahattı ama şimdi öyle yaptığım için pişmanım. Çocuğumdan çaldığım vakitlere pişmanım.
Aslında kendimi tutmak istiyordum, anlatmak da istemiyordum. Ama kendimi tutamadım. Kendimi biliyorum ama insanlar ne derler, ne diyorlar?
 
Çalışmayı bırakmayacağım, çalışmak zorundayım. Hem maddi imkanlarımız nedeniyle, hem de 20 yıllık memuriyetim var, emekliliğime 10 yılım var. Ama birinci önceliğim iş değil, bebeğim, eşim, annem, ailem olacak…
 
Sosyal olarak bir şey yapabilecek durumda değilim. Korkuyorum. Her şeyden korkuyorum. Çünkü hiçbir suçum yokken böyle bir şey başıma gelince, açıkçası dışarıya çıkmaya bile korkuyorum. Şu an her şeyden korkuyorum. Güvensizim her şeye karşı. Korkularım var. Dava nasıl devam edecek, neyle karşılaşacağım endişelerini taşıyorum.
 
Doktora gitmemi istediler cezaevinde. Hastaneye götürelim dediler, gitmek istemedim. Elim kelepçeli bir şekilde hastaneye götürülüyormuşsunuz. Çok kötü bir nezarethanesi varmış, giden arkadaşlar söylediler. Ve hastanede herkes, elin kelepçeli gittiğin için sana vebalı gibi bakıyorlarmış. Öyle şeylerle karşılaşmayı göze alamadım. Gitmedim. Sadece oradaki sağlık personelinin çok büyük desteğini gördüm. Kendileri bildikleri kadar bana psikolojik ilaçlar verdiler. Vitamin verdiler, çünkü yemek yiyemiyordum. Uyuyamadığım ve yiyemediğim için vitaminlerle ayakta kalmamı sağladılar. Öyle idare ettik işte.
 
Karavana çıkıyordu ama biz yiyemiyorduk. Sağlıksız ve pis olduğunu duyduk. Kantinden peynir, zeytin alıyorsunuz. Ketıl var, çay demliyorsunuz. Dışarıdan hiçbir şey almıyorlar, yemek getiremiyor yakınlarımız. Yasak. Sadece onların bir listesi var, o listeden belirlediklerini alabiliyorsunuz. Peynir, zeytin, domates, marul, meyve. Alabiliyorsunuz, onları yiyebiliyorsunuz. Yemek şartları çok kötü. İnsanlar sürekli peynir ekmek yemekten… biz de dahil olmak üzere artık çıldırma noktasına geldik. Kahve çay, sürekli kahvaltı. Moral bozukluğu yüzünden onları da yiyemiyordum zaten.
 
Çıkınca ilk olarak annemden çorba istedim. Sıcak çorba. (annesi en sevdiği yoğurt çorbasını yapmış.) Çok hasret kaldım orada. Oraya düşünce, her şeyin kıymetini anlıyorsunuz. Bir naylon poşetin bile. Sıradan bir poşet bile orada altından bile değerli. Çünkü yasak, içeriye almıyorlar. Bir poşete ya bir kirlinizi koyacaksınız, ya da başka bir şey. Ama yok. Şartlar çok kötü. Bir iki kazara poşet girdiyse, o poşet yüzünden… Sen al, ben al tartışması çıkıyordu… (gülümsüyor) zaten sürekli gerginlik ve kavga var. O stresi kaldırmak zor zaten. Bir köşeye çekilip oturuyorsun, siniyorsun ama ortam etkiliyor seni. Senin derdin var ama o derdin üstüne dert ekleniyor.
 


Aziz Başkanım her hafta görüşe geldi. Büyük destek oldu, büyük moral oldu her hafta gelmesi. Sağolsun. Onun desteğini asla unutamam. O da çok üzgün, çok çaresizdi. Eli kolu bağlı… Biz içeride özellikle ben ağlıyordum, onun karşısına gülerek çıkıyordum. O üzülmesin diye. Zaten yeterince üzülüyordu… Tutuklanma kararı açıklandıktan sonra Başkan’ı içeriye aldılar. Başkan’ın ağlamasını asla unutamam. Asla. Öyle bir sarıldı ki bize, sanki kopmak istemezcesine… öyle acı çekiyordu. Ben zaten kendimi kaybetmiştim. Benim bebeğim olmasından dolayı bana daha çok üzüldü. O da bizim kadar acı çekti.
Dün geldi, mutluydu. Bebeğim olduğu için bana bir ayrı üzüldüğünü söylüyordu cezaevinde. Gözlerinde onu görüyordum, üzüntüsünü… İyiyim başkanım diyordum. Başka çarem yoktu. Yapabileceğim bir şey yok.
 
Kitap okudum ama fazla okuyamadım. Çünkü sürekli bir gürültü, sürekli bir gerginlik var. Sessizlik olmadığı için kitaba da kendinizi veremiyorsunuz. Televizyon son sesle açık, dışarıda çamaşır yıkanıyor. Su sesi sürekli. Su sesini duymaya tahammül edemiyorum. Çok yüksek sesle konuşuluyor. Hep gerginlik var. ‘Sen benim bardağımı aldın, sen benim sandalyemi niye buraya çektin, o benimdi, o senindi’ gibi… Ortam böyleydi hep.
 
İlk girdiğimizde gerginlikler oldu tabii ama bizi tanıdıktan sonra inanılmaz bir sevgi bağı kurduk onlarla. Hepsi bizim çıkmamız için, özellikle benim çıkmam konusunda, namaz kılanlar, her dualarında namazlarında bizim çıkmamız için dua ettiler. Onlarınki de bence talihsizlik. Her suçtan insan vardı. Katil de vardı, hırsız da, uyuşturucu kaçakçısı da var. Her türden insan var. Memur koğuşu olsaydı, oraya koysalardı, daha iyi olurdu. İletişim kurma imkanımız pek olmadı. Onların psikolojisi farklıydı. Çok uzun yıllar hapis cezası almış birinin psikolojisi ile kaybedecek hiçbir şeyinin olmaması ile senin yaşadıkların aynı değil.
 
Orada yaşam o kadar farklı ki. İnsanlar o kadar çok şeye hasret duyuyorlar ki.. Sucuk mesela. İnsan bunu da özler mi dediği şeyleri orada anlıyor. Aman allahım dedim. Ben nereye geldim? Mesela 10 günde bir tavuk çıkıyordu, biz yemiyorduk, dağıtıyorduk isteyene. O yüzden kaç kez kavga çıktı, sen alacaksın, ben alacağım diye. İnsanlar bıkmış o yemeklerden. Kaç gün peynir zeytin yiyebilirsiniz ki? 10 yıldır orada olanlar vardı, bıkmışlar artık aynı şeylerden.
 
Arada notlar aldım. Sonra ara verdim. Çünkü öyle acılı, ıstıraplı yazdım ki, geriye dönüp okuduğumda… Çıkınca okursam aynı şeyleri bir daha gözümün önüne gelmesini istemedim. Savcıya mektup yazmıştım. Ona da kendimi anlatmak istedim. Şimdi diyorum ki keşke oradaki her anı yazsaydım. Dramatize etmek değildi aslında o an yaşadıklarım.
 


Hayatımda artık plan yapmayacağım. Çünkü işime gideyim, şunu yapayım, eve gideyim, bunu alayım; hayatımda hep planlı yaşadım, kurallarım vardı. Artık kurallı yaşamayacağım, planlı yaşamayacağım, artık anı yaşayacağım. Bir iki ay dinleneceğim. Öncelikle sağlık problemlerim var. Tedavi olmak istiyorum. Psikiyatriste gitmek istiyorum. Fiziksel ve ruhsal tedavimi olduktan sonra, bebeğimle vakit geçirip ondan sonra işe başlayacağım.
 
Cezaevine ziyarete gidemem, birinci derece yakınlar dışında görüşme yasak. İddianame hazır değil. Duruşma da belli değil. İnşallah çok uzamaz. Pervin Hanım 36 yıl devlette görev yapmış, dürüst bir insan. Bunu hak etmedi. Hiçbirimiz hak etmedik. Keşke olmasaydı diyorum ama yaşadık maalesef. Yaşıyoruz.
 
Yaşadıklarımı Cumhurbaşkanı’na yazdım. Duygularımı anlattım. Suçsuz yere burada olduğumuzu yazdım. Eline ulaşmadığını düşünüyorum. Size yazdığım aynı dönemde yazmıştım. Öyle umutsuzdum ki, herhalde kalacağız hep burada, çıkamayacağız buradan diyordum.
Yaşadıklarımı ve duygularımı bir şekilde dile getirmem lazım ki, yaşadıklarımı benim ailem yüreğinde hissediyor ama benim dışımda bir insan da ‘bunların söylediği yalan değil, riya değil’ desin. Yazdıklarım gerçek duygularım, birilerinin bunu anlamasını, duymasını istedim. Cumhurbaşkanına yazdım ama onun eline ulaşmayacağını biliyordum. Umarım ulaşmıştır. Ama ben sizden umutluydum. Yayınlayıp yayınlamayacağınızı bilmiyordum, yayınlayın diye de yazmadım zaten; ama sizin beni anlayacağınızı umuyordum. Sizin yayınlamanızdan ziyade; çünkü sizin yıpranmanızı istemiyordum, size bir zarar gelsin istemiyordum, korktum. Sadece sizinle duygularımı paylaşmak istedim.
Cuma günü haftada bir gün, evinizi arayabiliyorsunuz. Cuma günü işte, elinize geçip geçmediğini bile bilmiyordum, ablam dedi ki, mektubun gönül hanıma ulaşmış, internette yayınlandı dedi. Şok oldum. Telefonda ağlıyordum. Ben her telefondan sonra koğuşa ağlayarak girerim, herkes de bildiği için… bu sefer gülerek girdim, ‘Aaaa ne oldu, sen bu sefer gülüyorsun’ dediler. Gönül Hanım mektubumu almış dedim, okumuş ve yayınlamış dedim. (kahkahalar)
Hayalimde size Selen’le gelmek, teşekkür etmek vardı. Ama baktım ki çıkamayacağım, duygularımı yazayım demiştim size. Mektupta da yazdığım gibi, beni en iyi siz anladınız. Bunun için ne kadar minnettar olduğumu anlatamam.