GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
21 Ocak 2012 Cumartesi

Sap döner, keser döner mi, yoksa…

Okur/yazar bir insanın, her zaman okumaktan zevk aldığı, güne başlarken okumazsa sevdiği kalemi… Gününün fevkalade tatsız geçeceğine dair bir inanca kapıldığını düşünürüm kendi içime bakarak.
Sırf ‘o yazar/yazarlar’ için tıkladığım siteler vardır;
Ya da sırf ‘o yazarı/yazarları’ okumak için elime aldığım gazeteler…
 
Gelin görün ki, bir süredir günlerim ‘eksik’ başlıyor.
Sırf onu görme/okuma imkanımın kalmadığını bildiğim için, yazılarına son veren gazetenin haber sitesine, yine sevdiğim bir başka yazarı okumak için giremiyorum. O başka yazarı okumak, diğerini ‘okuyamıyor’ oluşumu daha kurşun gibi hatırlatıyor bana. Sevdiğim yazarın, ‘iktidarın hoşuna gitmeyen yazılarından ötürü’ cezalandırılıp oyun dışı bırakıldığını!
Bir nevi elin gitmemesi, daha doğrusu pasif/agresif bir protesto hali benimkisi. Ya da tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış hadisesi.
Varsın olsun, karınca misali ateşe ağzımla damla taşırım desem de…
Bunlar…  Hayıflanmalarım/kızgınlıklarım/küskünlüklerim/söylenmelerim…
İçimdeki yoksunluğu gidermiyor.
Tiryakinin sabahı ‘o ilk nefesi çekmek’ için bekleyişi, gün aydınlanıp kalkarken içinden ‘yaşasın şimdi sigara/kahve zamanı’ deyişi ama evde ne bir nefeslik sigara, ne de bir yudumluk kahve bulamayışı gibi… Dişlerimin arasından ‘tüh Allah kahretsin’ sözleri dökülüveriyor… 
Bugün, bu sabah da öyle oldu.
Kahve/sigara eşliğinde okuma keyfim eksik/yarım kaldı.
Elim, Ece Temelkuran’sız Habertürk sitesine yine gitmedi.
Ama bu kez içimden bir ses, ‘sevdiğin yazarla hasret mi gidermek istiyorsun? Eski yazıları ne güne duruyor; gir ve bul/oku’ dedi. Diyebildi.
Bir yandan bunu niye daha önce akıl edemediğime söylenirken, diğer yandan google’a yazdım adını ve…
Adını taşıyan site karşımda: Ecetemelkuran.com
Varlığından niye haberim olmadığına şaşırırken (ve elbette kendime kızarken), ikinci bir sürprizle karşılaştım: Yeni bir yazısıyla.
Aslında yeni değil, ama okumadığım için, bana yeni.
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nde çıkan, bazı gazetelerle birlikte dağıtılan, televizyon programım nedeniyle hayli koşuşturmalı geçen günümde, ancak akşama doğru gidebildiğim üç bayide de bulamayışım yüzünden okuyamadığım yazısı.
Cezaevindeki gazetecilerin çıkardığı ‘Tutuklu Gazete’nin ikincisi sayısında yayımlanan ‘Zalimliğin meşruluğu’ başlıklı yazısı.
İronik olan şu ki…
Güne, Ece Temelkuran işten çıkarıldığından beri ilk kez keyifsiz başlamıyorum. Ama diğer yandan zehir zemberek bir yazı okuyorum, mesleğime/meslektaşlarıma dair…
Ağzımın içi, bir yanağımda şeker çeviriyorum da öteki yanağımın içinde pas var gibi…
Susuzluğu, yeni bir susayışa kadar, gideriyorum…
 
Tadı da pası da paylaşıp bu soğuk/sisli/yağmurlu İzmir havasında;
Sizi, İzmirli olmasından ayrıca keyif duyduğum Ece Temelkuran’ın ‘Zalimliğin Meşruluğu’ başlıklı yazısıyla baş başa bırakıyorum.
* * *
“Her şeyi geçiyorum. Ama her şeyi... Oda TV davasına gelmeyen meslektaşlarımızı mesela, geçiyorum. Tutuklu gazetecilerin haberini yapamayan meslektaşlarımızı geçiyorum sonra. Ellerinde "terrörist gazetecilerle" ilgili hep çok önemli bilgiler olan ama niyeyse bu bilgileri bizimle hiç paylaşmayan meslektaşlarımızı da geçiyorum. Hatta tutuklandığımız, işten atıldığımız gün "Dur tökezlemişken şuna bir tekme de..." deyip nerelerden koşup, bir telaş yetişip gelen meslektaşlarımızı... Bakın, onları da geçiyorum. Ama şunu geçemiyorum:
 
Zalimliğin meşrulaştırılması nasıl böylesine sofistike bir meslek erbablığına dönüştü?
"Onların tutuklanmasına seviniyorum çünkü..." diye başlayan cümleleri hiç bir haya duygusu taşımadan televizyon ekranlarından anlatmak nedir? Sevincini teorize etmek, bu alçaklığa politik gerekçeler bulma çabası nedir? Onu geçemiyorum.
 
Günün birinde "Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz?" diye sormuştum. Sanırım artık o soru fazlasıyla naif. Artık şunu sormak gerekiyor:
Siz ne zaman bu kadar profesyonel zalimler oldunuz?
Nerede eğitim aldınız?
Sizi kimler yetiştirdi?
Siz nerede yetiştiniz?
Siz bu ülkeden misiniz?
Bizimle aynı okullara mı gittiniz?
Bizimle aynı kantinlerde mi oturdunuz?
Aynı gazetelerde mi çalıştık sizinle?
Ve en çok sormak istediğim soru şu elbette:
Arkadaş siz nereden çıktınız?
Siz bugüne kadar nasıl saklandınız? Hangi delikte kin biriktirmekteydiniz?
Siz nasıl silik insanlardınız ki biz sizi fark edemedik?
 
Kimileri diyor ki bugünlerde "Sap döner, keser döner". Ben de diyorum ki "Sakın o lafın devam şöyle gelmesin: Et döner, tavuk döner!" Çünkü biz kendimizi toparlamazsak o lafın sonu böyle bitecek. Et dönecek, tavuk dönecek ama hesap dönmeyecek. Hesap kendi kendine dönmez çünkü. Biri çıkar, o çarkı durdurur, tersine çevirmeye başlar. Çarkın arasına parmaklarımız sıkışır, canımız yanar ama gün gelir o çark işlemez olur. Onun için işte, yani hesabın dönmesi için, bizim bu çarkı zulmü ezecek yöne doğru çevirmemiz gerekiyor.
 
Ben buradayım arkadaş!
Ben burada bana bu işte düşecek görevi beklemekteyim.
 
Sen neredesin arkadaş?
Sen neredesin?”