GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
13 Kasım 2013 Çarşamba

Mustafa Balbay’la Sincan’da bir saat…

“Ceza davaları için kullanılan başlıca tanımlardan biri şudur:
Usul, esasın kapısıdır.
Yanlış kapıyı açarsanız, yanlış odaya girersiniz.
Bu anlamda usul, esastan da önce gelir.
Hapiste izlediğim filmlerden birinde cinayet işlediği öne sürülen bir kişi ile ilgili belgelerin bir bölümünün poliste bilerek saklandığı, mahkemeden gizlendiği ortaya çıkınca hakim şu hükmü vermişti:
“Bu hata cinayetten bile kötüdür. Sanığın beraatine karar veriyorum.” (Savunma, Mustafa Balbay, Cumhuriyet Yayınları, sayfa 20.)
 
 
Adı gitmiş kendi kalmış Özel Yetkili Mahkemeler tarafından onlarca ‘usul hatası’ gölgesinde/avukat isyanları arasında yargılanıp 34 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılsa da Mustafa Balbay’ın beraatine ‘kalben’ karar vermiş biri olarak...
İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve TGF Başkanı Atilla Sertel ve 5 meslektaşım ile Ankara, Sincan L tipi Cezaevi yolundayım.
Uçakta, Ergenekon’un en basit/kolay anlatımı olan ‘Savunma’ya göz atıyorum, aldığım notları karıştırıyorum.
Karışık, gergin, heyecanlı, üzgünüm.
Mustafa’yı en son ne zaman gördüğümü çıkaramasam da, en son ne zaman konuştuğumuzu hatırlıyorum mesela.
Emin Çölaşan’ın Hürriyet’ten çıkarılıp ‘Kovulduk ey halkım unutma bizi’ kitabını yayınlamasından sonra Çölaşan’la röportaj yapmak için yardımını istediğimde ‘Ooo Gönül, sesin Milattan Önce’sinden geliyor’ deyişini, telefonun iki ucunda karşılıklı kahkahalarımızı.
*
“Zımbalı, üzerinde metal olan hiçbir şey giyme. Ayakkabını tokasız seç.
Takı taşıma, balenli sutyen kullanma.”
Hem Silivri’ye defalarca gidip gelmiş Misket’in tecrübeleri, hem de yazılıp çizilenlerden okuduklarım da yetmiyor sorunsuz girmeme.
6 kişi ilk ya da ikinci denemesinde yağ gibi giriyor;
Kemer, ayakkabı, yüzük, saat ne varsa çıkardıktan sonra bile, ikinci kapıda ikinci x-ray… Zırıl zırıl ötüyorum.
Görevlilerden biri, alarmı çalıştıranın belimin üstü olduğunu işaret ediyor, durmadan ‘Balen yok’ diye tekrarlıyorum. ‘Bir de askıları elinle kapatmaya/gölgelemeye çalışarak dene’ diyorlar. Yine ötüyorum. Her deneme, 3, 4, 5 girme çabası, nafile…
Çaresiz, kadın memurlara teslim oluyorum.
Soyunma kabininde ‘gerçek’ ortaya çıkıyor. Sutyenimde balen yok ama 4 kopça var. 2’den fazla kopçaya karşı hassasmış x-ray. ‘En garantilisi, sporcuların kullandığı tarz, 0 kopça sutyenler, onlar sorun çıkarmıyor’ diyor güler yüzlü kadın görevliler.
Kopça ayrıntısı, dönüş yolunda hüznümüzü, burukluğumuzu dağıtacak malzeme oluyor hepimize. Kızlı erkekli kopça esprileri uçuşuyor araçta.
‘Bir daha mı… İki kopçalıdan şaşmam asla!’ diyorum.
 
 
*
 
 
Cezaevi kabul girişinde gözlerimizden alınan ‘retina kaydı’ ile açılan kapılardan sonra, nihayet ulaşıyoruz Balbay’a. Herkese çok seviniyor, çok sarılıyor ama galiba en büyük sürprizi benle yaşıyor; Milattan Önce’den gelen arkadaşla… Ya da ben öyle hissediyorum.
*
Mustafa’yla ilgili okuduklarım arasında ‘ziyaretçilerin değil de onun ziyaretçilerine moral verdiği’ kalmış aklımda. Eksiği var, fazlası yok. Enerjisini, coşkusunu hepimize öylesine geçiriyor ki; dışarıdan bir göz, bizi okul kantininde dersi kırmış öğrenciler zannedebilir.
Kocaman bir salonda görüşüyoruz. Bir masanın, Mustafa’nın cezaevi kantininden getirdiği kuru pastaların, pet su ve plastik bardakların etrafında. İki-üç masa ötemizde de görevliler.
Bir köşesi çocuklar için yapılmış oyun parkını, yeşil ‘çimen’ halısını, duvarlarına boyanmış ‘yabancı’ çizgi kahramanlarını, Tom’un, Jerry’nin, Casper’ın, Temel Reis’in ‘yerli’ esprilerini; en çok da parkın tek oyuncağı plastik küçük kaydırağını zihnim kaydediyor bir yerlere… Çocukları orada oynarken hayal edemesem de…
*
Bilgisayar/daktilo kullanması yasak olsa da, sular seller gibi okuyor-yazıyor Mustafa. Öyle de konuşuyor.
1714 gündür tutuklu, 991 gündür hücrede olan o değil sanki. ‘Hem yarın çıkabilecekmiş gibi, hem de çok uzun süre kalabilecekmiş gibi’ hazırlıklı, umuda kilitli. Her sabah kendisine ‘Haydi bakalım Mustafa, yarın çıkarsan ne söyleyeceksin’ diye sorup cevap hazırlayacak kadar hazırlıklı hem de.
Siyasi anlamda da çok umutlu. ‘Siyaseti sevdim. Siyasetin iyi bir işçisi olmak istiyorum’ diyor.
CHP İzmir Milletvekili olarak Meclis’e henüz adım atamasa da, özellikle CHP PM’nin avukat üyeleri, her Cuma onunla.
Yaklaşan yerel seçimler için, 67’ye 54 SHP’nin aldığı 89 seçimlerinin hayal olmadığını düşünüyor.
Yeni yazdığı kitabını anlatırken heyecanı, coşkusu doruğa çıkıyor. Yazdığı “Yargıtatör”ün Rutkay Aziz tarafından sahnelenmeye hazırlandığını söylerken sevinci hem sözlerine, hem gözlerine yansıyor.
Ankara’ya yakınlaştığından bu yana artan ziyaretçilerle geçen günlerinden, okumanın doldurduğu gecelerinden mutlu. ‘Dışarıdayken bir defada 100 sayfa okuduğum nadirdir. Burada bir gecede 200 sayfa okuyorum” diyor. Son okudukları arasında en etkilendiği kitaplardan birinin Firdevsi’nin Şahname’si olduğunu söylüyor. O okumalarla ‘yaşım 2600 küsur’ diyor.
*
Sincan’daki tek terör suçlusu olduğu için koğuşta tek başına. Buna alışmadığını, mücadeleyi sürdürdüğünü söylüyor. Alışmanın iki yüzünden bahsediyor, hem çölde hem de kutuplarda yaşayabilen tek canlı türünün insan olduğundan, alışmanın hem iyiliğinden, hem de tehlikesinden.
*
Ruhunu ve bedenini diri tutma mücadelesinde vücudunu spor, ruhunu dostlar/ziyaretçiler/ mektuplar/arkadaşlar besliyor.
Avluya düştüğü saatlerde mutlaka güneşe çıktığını, her gün bir saat 5x11 adım bir yerde koştuğunu, koşunca orasının 4x8 adım olduğunu, iyi beslenme çareleri ürettiğini, mesela ‘doğal antibiyotik’ için soğanı çaydanlıkta haşlayıp yediğini, cezaevi kantininde satılabilen meyve sebzeleri ihmal etmediğini anlatıyor bir solukta.
‘Doğal ömrümü 10 yıl uzattım bence’ diyor. Anında, ‘Hapishanede nasıl genç kalınır’ın kitabını da yazarsın şimdi’ diye dilime düşüyor.
  
*
Sürekli sınırlarını zorluyor. Bilgisayar/daktilo yasak olduğu, elle yazdığı, sağ eli yorgun düştüğü için sol elini yazmaya alıştırdığını, günde ortalama 10 sayfa yazdığını, hakkında yazılanlardan biliyoruz. Üniversite yıllarında bir ara heveslenip tıngırdattığı sazla yıllar sonra buluştuğunu, hücresinde bir başına öğrenmeye çalıştığını ise orada öğreniyoruz.
*
 
Tam kendimizi kaptırmış, bir saniye bile susmadan konuşmuş, neredeyse kendimizi hep birlikte özgürmüşüz gibi sandığımız anda, gardiyanların ‘ziyaret saati 5 dakika sonra bitiyor’ sözüyle, gerçekliğe dönüyoruz. Onu orada bırakacağımıza… Cezaevinde olduğumuz gerçeğine.
Ayakta geçen o beş dakikada…
Sarılıyoruz, öpüşüyoruz, bir daha sarılıyoruz.
Selamlar alıyoruz, son sözlerimizi söylüyoruz. Vedalaşıyoruz.
‘Bunu saymam, bir daha beklerim’ diyor, gülüyoruz.
El sallıyoruz karşılıklı.
Kapı üzerine kapanıyor.
O hücresine dönüyor, biz de içimizdeki hücrelere…
 
 
*
 
Sevgili Balbay’a ilettiğim yazılı soruların cevaplarını avukatı aracılığıyla bana ilettiğinde yayımlayacağım röportaj baki kalmak üzere…